İslamcılığın sistematik olarak sınıfsal bir işlev üstlendiğini gözlüyoruz. Soma faciasından sonra işçi ailelerini cemaat, tarikat ehli niçin kuşattı? Din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlemeye çalıştı?

Laiklik üzerine bir konuşma

Teori ve Politika dergisi, 11 Nisan’da “Marksizm, Laiklik ve Din” konulu bir sempozyum düzenledi; beni de konuşmacı olarak davet etti.

Sempozyumda yaptığım konuşma metni aşağıda yer alıyor.

• • •

“Marksizm, Laiklik ve Din” konulu toplantının ilk konuşmacısı olarak beni görevlendirdiniz. Teşekkür ederim; ancak, benden, laiklik üzerinde özgün, sonraki tartışmalara yön verecek bir katkı beklemediğinizi umarım. İddialı uzmanları saymazsanız, bu tür konularda, bence,  herkesin düşüncesi “vatandaşlık” görüşleridir ve başkaları ile eşdeğerdir. Laiklik ile ilgili görüşlerim de böyledir. Özgünlüğü yoktur.

Yine de, mademki görev verdiniz; “sıradan, vatandaşlık görüşlerimi” sizlerle paylaşayım.

Bir kere, laiklik kavramını (sekülerizm, laikçilik gibi terimler ekleyerek) karmaşıklaştırmak bence yanlıştır. Basitçe ifade edeyim: Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan ayrılmasıdır. İlkenin bir uzantısı gereği, devlet de din işlerine karışmamalıdır. Uygulamalarda ülkeler-arası, tarihsel farklılaşmalar vardır. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı, elbette laikliğe aykırıdır; ancak, kaldırılırsa “tekke ve zaviyelerin ilgası” yasasının da iptali gerekir. Zira, bizde Diyanet’in işlevini, Batı’da örgütlü kiliseler üstlenir. Hangisi doğru? Karar laik devlete ait olmalıdır. Bu tür sorunlara rağmen, laikliği Cumhuriyet’in önemli, temel bir kazanımı olarak görüyorum.

Bir vatandaş olarak görüşlerim bunlar. Şimdi de birkaç ek soruyu gündeme getireyim.

• • •

İlk soru şudur: Tanrı’nın kelâmına dayanan İslam dininin bazı özellikleri dikkate alınırsa, nüfusunun (güya) yüzde 99’u Müslüman olan bir toplumda, laiklik nasıl uygulanabilir?

Bu konu, zaman zaman, “hangi İslam?” sorusu çerçevesinde ikili bir ayrım yapılarak tartışılıyor. Bir yanda “köktendinci, siyasi” İslam yer alıyor. Öte yandan Türkiye halklarının yaşadığı, uyguladığı Müslümanlık, bazen “halk İslam’ı” diye adlandırılarak öncekinden ayrılıyor.

Daha berrak bir terminolojiyi Ege Cansen kullandı. Ona göre, “İslamcılık bir ideoloji, Müslümanlık bir kültürdür.”

Peki, “gerçek İslam” hangisidir veya nedir? Bu toplantıda tartışacaksınız; belki de ne olduğunu keşfedersiniz.

Bu ayrımın alt-bölünmelerine hiç girmeden, ideolojik İslam / kültürel Müslümanlık terimleri ile tartışmayı yararlı görüyorum.

İdeolojik İslam, siyasi, toplumsal programı olan bir akımdır. Ona tamamen, kısmen katılmak veya eleştirmek, karşı çıkmak mümkündür; hatta normaldir. Müslümanlık ise bir olgu (toplumsal kültürün bir öğesi) olduğuna göre ona taraftar olmak; karşı çıkmak söz konusu değildir. Yeknesak değildir. Toplumun tüm hücrelerini biçimlendiren bir hegemonyası yoktur. Farklı kültürel öğelerle çatışabilir. Bunlar, “kültür kavgaları” sınırları içinde kaldıkça vahim değildir. Bütünüyle bakılırsa, bu tür gerilimler, kültürel Müslümanlığın Türkiye’nin 80 yıllık laiklik uygulamaları ile uyum sağlamasını engellememiştir.

Ne var ki, günümüzde, ideolojik İslam, kültürel Müslümanlığı fethetme, dönüştürme, yok etme mücadelesine girişmiştir. Amaç nedir? Belki Anadolu Müslümanlığını “gerçek İslam”a dönüştürmekten; bir anlamda “İslami bir misyonerlik”ten ibarettir. İdeolojik İslam, elbette laiklikle bağdaşamaz. Devletin laik niteliğini aşındırmak; giderek ortadan kaldırmak; devleti, giderek tüm toplumu Sünni/İslamcı bir yapıya dönüştürmek, kültürel Müslümanlığı tasfiye gündemi ile bütünleşir.

İyi ama, 21. yüzyılın kapitalist Türkiye’sinde “misyonerlik” işlevi ile yetinen, sınıfsal gündemi olmayan bir ideolojik İslam düşünülebilir mi?

İdeolojik İslam’ın komuta kademeleri elbette bilmektedir ki, yarım yüzyıllık bir geçmiş içinde Türkiye işçileri, köylüleri Müslüman kimliklerine rağmen, bazen sert sınıf mücadelelerine;  zaman zaman da sosyalist, devrimci hareketlere katılmışlardır. İdeolojik İslam’a değil; sömürü düzenine, kapitalizme karşı mücadele eden hareketlerden söz ediyoruz.

Bu açıdan bakılınca İslamcılığın sistematik olarak sınıfsal bir işlev üstlendiğini de gözlüyoruz. Soma faciasından sonra işçi ailelerini cemaat, tarikat ehli niçin kuşattı? Din adamları tevekkül telkin ederek isyan, protesto, hak arama eylemlerini niçin frenlemeye çalıştı?

Çok sayıda alan çalışması, patronların, “çalışma barışını sağlayan, kalıcı kılan” bir araç olarak İslam’ı kullandığını ortaya koyuyor. Konya’nın bütününden, Kayseri’de mobilya fabrikalarından, Tuzla tersaneler bölgesinden örnekleri hatırlıyorum. Hepsinde ideolojik İslam, işçi sınıfı saflarında eleştirel, isyankâr, dayanışmacı tepkilerin aşınmasına, felce uğramasına katkı yapmaktadır.

Bu olgulara bakarsak ideolojik İslam, Türkiye emekçilerinin saflarında sınıf bilincinin dumura uğramasına katkı yapan ideolojik, hatta AKP’nin kitle desteğini pekiştiren politik bir rol oynamaktadır. Bu nedenle laikliğin korunması, sosyalist akımlar açısından öncelik taşımalıdır. “Beyaz Türklerin hayat tarzlarını savunma refleksi” olarak küçümsenmemelidir.

• • •

Bu toplantıda “Marx ve din” konusu da yer alıyor. Biraz yadırgadım. Niçin “sosyalist mücadelelerde veya sosyalizmde din” değil de Marx?

Engels’e göre, Marx’ın bilim tarihine yaptığı en önemli iki katkıdan biri, maddeci tarih görüşüdür. Bu görüşe göre din, toplumsal formasyonun üst-yapısında yer alan bir kurumdur.

1844’te Marx şunları yazıyor: “Dini yapan, oluşturan insandır; din insanı oluşturmaz. İnsan, devletin, toplumun ürünüdür. Bu devlet ve bu toplum dini üretir. Din de dünyanın tersine döndürülmüş bir bilincidir… Din mazlum yaratığın soluğudur; kalpsiz bir dünyanın kalbidir ve ruhsuz koşulların ruhudur. Halkın da afyonudur. Halkın sahte saadeti olan dini ilga etmek, halkın gerçek mutluluğunu talep etme anlamı taşır. Kendi durumlarına ilişkin yanılsamalarından kurtulma daveti, aslında, yanılsamalara gerek duyan bir dünyadan kurtulma davetidir.”

Bu ifadeler, dinin yukarıda değindiğim iki boyutunu da içeriyor. Halk kültürü olarak din: “Mazlum yaratığın soluğu; kalpsiz bir dünyanın kalbi…”  Ve halk sınıflarının sömürü düzenine teslimiyetini sağlayan ideolojik işlevi ile; “halkın da afyonu” olan din…

Lenin, Marx’ın düşüncesinin üç kaynağını belirliyor:  “Alman felsefesi, İngiliz politik iktisadı ve Fransız sosyalizmi…” Her üçü de, aydınlanma devriminin türevleridir. Elbette sosyal mücadeleler tarihi içinde sömürülen sınıflar gerçek acılara karşı bir protesto olarak bazen dine sığındılar; bazen de kilisenin, ulemanın ihanetine uğradılar. Ancak, konumuz “sınıf mücadeleleri içinde din” değil, Marx düşüncesinin kaynakları ise, aydınlanma devriminden soyutlanmış bir Marx olamayacağını vurgulamamız gerekir. Aydınlanma, Orta Çağ dünyasının düşüncesine karşı bir isyandır. Ve bir ideoloji olarak din (Batı’da Katoliklik, bizde İslamcılık) o düşüncenin temel öğesidir.

Marx’ın din konusundaki görüşleri bence açıktır. Bunların temelden sorgulanması, tarihsel maddeciliğin reddiyesi anlamına gelir. Yasak yok; elbette yapılabilir; ama bu toplantının amacı herhalde bu değildir.

Aslında bu konuşmada herkesçe bilinen, sıradan şeyleri tekrarlamanın fazla ötesine gidemediğimi biliyorum. Bu nedenle de sabrınız için teşekkürler.