Çünkü İstanbul’daki en kabul edilebilir medeni hâl yalnızlıktır. Başka şehirler mutlu çiftleri ya da gözde bekarları ile anılırken, İstanbul’u yücelten ‘gözde yalnızları’dır

“Laleli’den dünyaya giden tramvay”

ALEV KARADUMAN - karadumanalev@gmail.com

İstanbul demek koskocaman bir kavram esasen. Geometri gibi, kapitalizm gibi, özgürlük gibi bir kavram İstanbul. İyi hoş, kötü çirkin diyemeyeceğin; özünde her şeye dair ve herkese dokunan bir sürü bileşen barındıran koskoca bir kavram hem de.

Herkesin İstanbul tarihi benzer şekilde başlar ya; İstanbul’a taşınma, İstanbul’da okul kazanma, İstanbul’a göç… Şimdi burda otursak hep beraber, bir sürü klişe sayarız; sen mi büyüksün ben mi İstanbul deriz, taşı toprağı altın deriz, ‘Kahpe İstanbul’ deriz, kalabalıklar içinde yalnız bile deriz. Ama ne gerek. Çok şikâyet etmek isteyen buyursun başka bir zaman konuğum olsun. Ama bu hafta Neco’da kimilerinin küfür ede ede bitiremediği ama benim çok sevdiğim İstanbul hâlleri var, bu da onlara dert olsun(!)

Mühendis bir arkadaşım seneler önce Afganistan’a çalışmaya gitmişti. Her izne geldiğinde ve her geri dönüşünde ısrarla ve ikrarla söylediği bir şey vardı. Genelde dördüncü ve beşinci birasının arasında gözlerini kısar, hayatın sırrını bahşediyormuş gibi: “Zaman makinesi diyip diyip duruyorlar ya! Zaman makinesi icat edildi, sizin haberiniz yok. Buradan bin uçağa, in Kabil’de, bin bir dolmuşa, git benim çalıştığım şantiye kampına, al sana zaman makinesi; 400 sene öncesindesin! Aslında zaman makinesi dedikleri şey uçak, kimsenin haberi yok!” derdi. İstanbul’un içinde belki uçaklık mesafeler ya da 400 senelik aralıklar yok ama bir dolmuşla bir otobüsle dahil olunabilen binbir çeşit hayat formu, binbir türlü yaşam tohumu var. Cemal Süreyya zamanında “Laleli’den dünyaya giden bir tramvaydayız…” derken, tam olarak Laleli’yi ve tam olarak dünyayı kastediyordu bana kalırsa. İstanbul güzellemeleri yapılırken sürekli araya girip çok farklı bir bakış açısından baktığını düşünüp “Ama İstanbul parası olana güzel, sen bir de İstanbul’u Sultançiftliği’ndeki Bağcılar’dakine sor” diyen birileri olur. Hâlbuki İstanbul; kimi zaman Bağcılar’da yaşayanın boğazın ve denizin ve efkârın ne demek olduğunu Bebek’te yaşayandan daha iyi bildiği şehir olduğu için tam da bu kadar biricik. Bavul Dergisi’nde yayımlanmış “Açık Hava Meyhaneleri” adlı haber/söyleşi’de E-5 kenarında rakı sofrası kuran abilere mikrofonu uzatıyorlar ve abilerden biri diyor ki “Akıp giden şeylere zaafımız var. Kimisi için, dere deniz olur bu, bizim için de bu koskoca otoban”. Şimdi hangimiz bu abinin, rakının zevkini Ortaköy’de meyhanede içenden daha az aldığını iddia edebilir ki? İstanbul’a kızmak bedava tabii, ama ya onu sevmek? Sevdiğini iliklerine kadar hissedip kendine itiraf etmek?

İstanbul’un kedileri selam verir mesela bilir misiniz? Sokağa girdiğinizde süzerler sizi, yoklarlar bir nevi… Her ne kadar hepsinin kendi çöplüğü olsa da, sizin de o çöplüğün kiri olduğunuzu bir dakika bile unutmazlar. Sonra o kediler için sabah erkenden kalkıp, sırtında çuvalla her direk altına yemek bırakan yalnızları vardır İstanbul’un. Çünkü İstanbul’daki en kabul edilebilir medeni hâl yalnızlıktır. Başka şehirler mutlu çiftleri ya da gözde bekarları ile anılırken, İstanbul’u yücelten ‘gözde yalnızları’dır. Çayını çorbanı, rakını biranı yalnız içmek, içebilmektir İstanbullu’nun rüştünü ispatı. Ve o kedici teyzeler/amcalar bu kabulü çoktan şiar edinmişlerdir kendilerine. Ondandır kedilersiz yapamamaları.

İstanbul’un köpekleri ise ayrı bir cins. Hepimize kulaktan dolma bilgi olarak söylenedurur ya; köpekler sezer. Söylenceye göre o mucizevi yaratıklar yağmuru bulutu, depremi tayfunu herkesten önce hissedebilir. Söylencenin henüz hesaba katmadığı şey ise, köpeklerden farklı olarak İstanbul köpeklerinin, yalnızlığı sezme kaabiliyetleri. Çünkü ne zaman evine yalnız ve bitkin yürüyen birini görse İstanbul köpekleri, filmlerdeki koruyucu hayalet gibi onu takip eder, evlerine bırakmadan da yanlarından ayrılmayı ayıp kabul ederler.

Ve yine başka bir söylencenin aksine, her büyük şehrin en büyük sorunu trafik değil, birbirine dokunamama hâlidir. Ama diğer metropollerin aksine İstanbullular'ın bu soruna bulduğu dâhiyene bir çözüm var ki, maalesef çözümü karada icra etmek mümkün değil. Ne zamanki araya bir deniz girer, ileride bir vapur görünür o zaman tüm engeller kalkar birbirine gülümsemek isteyen insanlar için. Evet; karadan vapura, vapurdan karaya ve vapurdan vapura coşkuyla el sallamaktan bahsediyorum tam olarak da! Başka hiçbir ülkenin ve şehrin yolcularına nasip olmayan tılsımlı bir mutluluk hasıl oluverir, hiç tanımadığınız insanlara coşkuyla selam verirken bulursunuz kendinizi.

Martısıydı, simidiydi, kumruların sesiydi derken İstanbul Belediyesi'nin televizyon kanalına bağlama riskimiz artıyor, farkındayım(!) O yüzden yazıyı vakitlice bitirmek en mantıklısı. Ama ‘bahsetmezse ölecek hastalığı’ kapsamında dile getirmek istediğim 2 şey daha var. İstanbul sokaklarının hayatı izlemeye doyamayan yaşlıları. Hemen her sokakta bahar aylarından itibaren görmeye başladığımız, iskemlesini indirip bütün gün kapısının önünde oturup, gelen geçenle hayat bulan, kendi başından gelen geçenle ilgili bir nebze teselli bulanlar. Aman içiniz rahat olsun; Bebek’te de varlar, Sultançifliği’nde de…

Son olarak da İstanbul’un bir diğer biriciği, adeta dert anlatmaya ve dert dinlemeye programlanmış sokak çocukları… Yeter ki görebilelim, anlatıp dinleyebilelim. İstanbul’un asıl sahiplerinin kendilerinin olduğunun özgüveniyle ama her İstanbullu’dan biraz daha yalnız oluşlarının kırgınlığıyla anlatacaklar... İstanbul’u, Laleli’yi ve dünyaya giden tramvay durağındaki bekleyişi…