Lâllo bedeniyle konuşur, kirpiği, gözü, yanakları, hatta incecik vücudundaki belirsiz nefesinin yardımıyla anlatırdı kederini, yürekteki sessiz derdi. Neşesini hep oturduğu bizim Rayver'in Kahvesi'nde tüttürdüğü çubuğunun ucundaki ince dumana baktığında anlardınız. Birine eyvallah dese, sağ kolunu yavaşça kaldırır, göğüs kafesinin sol tarafına atar, kirpiklerini minnetle devirirdi. Kimseye kızmaz, kızsa bilen olmazdı. Lâllar çünkü konuşamaz, kötü sözcükler çıkmaz ağzından.

Lâlo amcanın doğarken mi, doğmadan da önce anne karnında mı, kan akan umman gibi taşmış ırmakların, dipte gözleri patlak, yaşamaya doymamış, ne olduğunu anlamamış bir çağda, sessizce içine katıp götürdüklerini görmenin dilini bağlamasından mı, yoksa gençken belki kavak yeli başta bir sevda ateşiyle yavaş yavaş başlayan, sonra dilini sinsice kör eden bir sinsi hastalıktan mı lâl olduğunu hiç bilmedim. Yıllarca lâl olduğunu bile anlamadım. O belki de dağları komşu diye, amcamın Dar Sokak'ta, bugün bir hotel olan o eski dükkânına gelir, Ap Uşe eline aldığı kâğıttan kesekâğıtlarına domates, piyaz, isot, soy, kundır, boldırzanları doldururken hiç konuşmazlardı. Ne bir hesap, ne de sorgu sual. O, amcam Usen'in el, kol, göz işaretleriyle, arada parmağının ucuyla sebze dolu bir kasayı tarifine hep başını sallayarak ve hep tasdik ederek cevap verirdi. Yaşlılar, ama o eski hal dem bilen, uzun bıyıxlı aşiret erleri, başına vişne çürüğü yeşil fosalar saran bedenen de güçlü o talip kadınlar, nedense çok az konuşurlardı, dil yarasını bilirlerdi, belki yaşananları anlatmak istemezlerdi. Lâlo amca ömrünce tek kendisiyle söyleşmiş, kimseye konuşmamış, belki Xozmerek'te uçurumda bir ağacın dalına, sorsam küçük bir çocuğa, bana söyler miydi. Ama mutlaka yüzüme sevgiyle bakar, ama sen hiç üzülme der gibi bakar, çakır yeşil gözlerinde birden yanan harelerle her şeyi anlatıverirdi. Lâllar çünkü, çocukları çok sever.

Bir köy yeriydi, camdan bilyelerle toz toprakta erkek çocuklar bilye oynuyorduk, arada kızlar da bizle oynuyordu, yenilen bilyelerini değil, hayatının tüm neşesini de kaybediyordu sanki. Hele kızlara yenilenler daha da üzülüyor, yerin dibine giriyordu, yenenler mutluydu, elleri iki ceplerinde, herkese duyurarak sesli bilyelerini sayıyordu. Bir gün bir çocuğun yerden bilyeleri toplayıp cebine atmasıyla, ötekinin kendini yerlere atıp, uuuğğğ iğğğ gibi benim ömrümde hiç duymadığım sesleri çıkararak iki gözü iki çeşme ağladığını gördüm, dünyada hiç bir çocuk böyle acı ağlayamaz, daha ne olsun bilyeleri gitmiş, kara topraklar başına, ötekinin hiç umrunda değil. Meğer bilyeleri alan ağabey, bilyelerine el konulan küçük lâl kardeşiyimiş. Abi kardeş bağı çok tuhaf, baba oğula niye hiç benzemez, bir tarafta kıyamet, ötede düğün. Bizim Lâlo amcanın kardeşleri var mıydı, onlarla bundan üç çeyrek yüzyıl önce hangi oyunu oynardı, o da ağladı mı, sesler çıkardı mı o bizim çocuk gibi, bilmiyorum, aklımda yok hiç bir gölge.

Herkese lâllıktır dayatılan, susmayanların kör bir hapishane hücresinde dili kesiliyor, konuşursanız sonunuz ya bomba, ya kör susuz zından deniyor. Ama bu böyle gitmez, insan teslim alınamaz, lâl olmaz herkes, Lâlo amca durmadı, konuştu oğlu içerdeyken bile, bir büyük ülke susmaz.

Siz hiç lâle bir kadın ya da lâlo bir adam gördünüz mü, ben Lâlo amcayı gördüm, uzun, ince yakışıklı, oğlu Yusuf vardı yanında, Ağustos’tu herxal, Diyarıbekir'de tıp okumaya gitmiş, yazın tatile gelmişti, herhalde yer de Rayver'in kahvesiydi yine, bizim küçük bir şehir nedir ki, üç beş kahve, bir eski Elma pastane, bir Lâle lokanta bir de Şehir, ne tiyatro, ne haftada bir film, Almanların mimari hükümet binası, adliye, gece uyku bölen bekçi düdükleri, ömrünce olağanüstü hal, uzun sabah ezanıyla iki camii. Yusuf'un Lâlo amcanın oğlu olduğunu, Lâlo amcanın lâl olduğunu o gün öğrendim, Lâlo amca tanıdı, eliyle Usen amcanın dükkânını gösterdi, sonra elini bana uzattı, sonra da avucunu yere doğru indirerek, sen küçücüktün, ben oraya gelirdim, seni görürdüm, deyiverdi, ben yeşil damarlı yaşlı elini öptüm, başıma koydum.
Eski tarihler lâllığı bir hastalık, keramet, işaret, onur, ceza olarak kaydetmiş. İnsanın, bazen kötülük, bazen vahşet, bazen de aşırı mutluluk karşısında dili tutulmuş, lâl olmuş. Bazen tanrılar bazı seçkin insanları lâl yaratırmış, bir ömür gidip sessizce kaydetsin, dönsün gelsin kendisine hiç susmadan anlatsın istermiş. Tanrı çünkü, çok merak etmiş kendi eserini, insanı. Bazen çok konuşanı, koca cihan padişahlarını hicveden adsız şairleri, köy meydanında camide cemde kulak kabartılan kadim söyleyicileri, zihin açan anlatıcıları susturmak için, çarmıha germeyip, derisin yüzdürmeyip, dara çıkarmayıp, bir bıçak dilin keserlermiş. Bu lâllara ibreti alemmiş, konuşmayın, susun.

Bin dokuz yüz yetmişlerde, dağ taş umuttan yazılarla süslüyken, kuş marş söyleyip, insan ejderhadan güçlüyken, gökte dans eden çıldırmış bulutlar, yer üstünde masmavi akan ırmaklar, yerin altında tüm sürüngenler yürüyüşteyken, tıpkı o eski anlatıdaki gibi aslan ceylanla sarmaş dolaşken, eski taş ziyaretler ilk kez dile gelip ya Xızırla başlayan dualarla bir büyük müjdeli haberi verirken, zılometin dağıldığı o büyük hengamede, kimselerin fark etmediği, yalnızca köyündeki kirvenin, çay demleyen Rayver'in, bin yıldır el öpen yol taliplerinin bildiği tanıdığı ama sesini hiç işitmedikleri Lâlo amca derler ki bir kere ağlamış. Doksanlarda, birleşmiş nehirlerin taşıdığı sualtındaki lâllardan sonra ilk kez ağlamış, bir daha da zaten ağlamamış Lâlo. Oğlu Yusuf, doktor olacak, derman verecek, en büyük umudu, benim bu dünyadaki en sevdiğim dünyaya gelmişlerden, Lâlo'nun gözbebeği Yusuf, ta Şavşat'ta içeri düşmüş, sorguda babası gibi lâl olunca, günlerce süren bitmez eziyetler sonunda, öldü haberleri çıkıp gelmiş köye kadar, kara haber durur mu, Lâlo amcanın kulaklarına da ulaşmış. Lâlo amca birden fırlamış, ağlamış ağlamış ağlamış, tahta yeşil kapıyı yumruklamış, taş evin duvarını dövmüş, ziyaretlere küfretmiş, Zel'e beddualar etmiş. Tahta kapıyla taş duvar, ziyaretlerle Zel susmuş, Lâlo'ya kulak vermiş, bir zamanlar binlerin rüzgârdaki sesini, koyuktaki gizini içine çekmiş olanlar, Lâlo gibi bir ağlama görmemiş, duymamış. Güzel gözlerinden akan yaşı beyaz gömleğinin koluna silen Lâlo, susmamış, bir yandan ağlarken, sesini içine atıp, oğlu Baki'ye işaretlerle, Onun kanı, ondan önce gidenlerden mi kırmızı, diye moral vermiş.

Bir büyük ve güzel ülke, dünyanın gözleri önünde adım adım zifiri karanlığa, göz gözü görmez, kulak dili duymaz bir geceye sürükleniyor, televizyon ve gazeteler teslim alınmış, hepsi yalnızca yalanın anlatıcısı, susmayıp konuşanlar hapiste, herkese lâllıktır dayatılan, susmayanların kör bir hapishane hücresinde dili kesiliyor, konuşursanız sonunuz ya bomba, ya kör susuz zından deniyor. Ama bu böyle gitmez, insan teslim alınamaz, lâl olmaz herkes, Lâlo amca durmadı, konuştu oğlu içerdeyken bile, bir büyük ülke susmaz.