Ankara’da bir kafede garsonluk yapan 37 yaşındaki Çorumlu Mehmet K., Koronavirüs salgını dolayısıyla işsiz kaldı. Mehmet, sosyal medya hesabından şöyle çığlık attı: “Gerçekten her gün çöplerden yiyecek topluyorum, onları yiyorum. Hastalık, Koronavirüs düşünmüyorum. Açlıktan öleceğim, yoksulluktan ev kiramı, faturalarımı ödeyemiyorum. Yiyeceğim, içeceğim yok, ihtiyaçlarımı karşılayamıyorum.”

AKP’li Avcılar Belediye Meclisi Üyesi Süleyman Çelik, insanların aç olduğunu söyleyenlere çemkirdi, yani sözlükteki anlamıyla “sert bir cevap” verdi: “Lan biz şu anda 120 devlete şu hastalık dolayısıyla yardım yaptık ya… Kim aç? Arkadaşlar bana aç insanı gönderin. Ben onun bütün ihtiyacını göreceğim.”

Lan kim aç?

Sorunun cevabı mozaiklenmiş bir fotoğrafta da verilmişti. Samsun’un Canik ilçesi Kuzeyyıldızı Mahallesi Çiftlik Caddesi üzerinde adının M.I olduğu öğrenilen 45 yaşındaki bir şahıs eline “iş-aş” yazmış ve kendini asarak intihar etmişti.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, bütçe görüşmelerinde Samsun’da intihar eden yurttaşa ilişkin sorulara cevap vermek yerine şöyle dedi: “Türkiye’de yoksulluk, özellikle aşırı yoksulluk sorun olmaktan kalktı.”

Lan kim yoksul?

Aynı günlerde iktidar Tunus’taki İslamcılara 5 milyon dolar hibe etmişti. Daha önce de Somali’nin IMF borcunu ödemişlerdi. Saraylı şirketlerin vergi borçları bir kalemde siliniyordu. Geçilmeyen köprülere, uçak uçmayan havaalanlarına ödenen milyonlarca doları hatırlatmaya gerek var mı? Bunların faturası olarak aş ve iş için yollara düşen maden işçilerine atılan dayaklardan söz etmeye gerek var mı?

Kim aç, kim işsiz, kim yoksul lan, kiiiiiiiiiiim?

Peki bu sorular sorulurken, Ankara’daki Mehmet K., Samsun’daki M.I karşısında, örneğin sadece laiklikten, demokrasiden, seçimlerden filan söz etmenin de bir anlamı var mı?

Tamam. Ekonomik kriz var. Uzmanlar çaresini söylüyor. Siyasi kriz var. Siyasetçiler çözüm öneriyor. Hatta kişisel olarak psikolojik kriz yaşıyorsanız, psikiyatrlar ilaç veriyor. Toplumsal krizler devrimci çözümlerle aşılacak deniliyor. Tamam, bunların hepsine çare var.

Ama şimdi… Şimdi kriz kavramının da kapsayamadığı bir kasvet var. Çaresizliğe mahkûmmuş hissinden kurtulamayışın getirdiği bir kasvet.

Tam da Slavoj Žižek’in “Eski hayatımızın bittiğini kabul etmeliyiz. Yeni bir normal icat etmeliyiz” diye tarif etmeye çalıştığı kasvetli haller ve yine Žižek’in “umutsuzluğun cesareti” olarak teklif ettiği bir nevi kasvetli çözüm.

Peki bu “cesareti” Samsun’daki M.I çaresizce göstermedi mi? Ama çare tabii ki böyle değildi. Çünkü kasvete çözüm tek tek şahıslar düzleminde kalınca “umutsuzluğun cesareti” çare olamaz, olamıyor.

Kasvet, iç sıkıntısıdır, umuttan daha bulaşıcıdır ve asıl vahim olanı budur. Havaya, evlere, sokaklara, eşyalara, ruhlara sinmiştir; covid gibi solukları kesiyor, çünkü kasvet de salgındır ve o da tek tek öldürüyor, süründürüyor.

Kasvet, hakikaten bunalmadır, bitmeyen tasadır, karanlıktır. Ve fakat şurası da çok manidardır: Arapça kökenli bu kelime o dilde sadece “kalp katılığı, acımasızlık, gaddarlık” anlamıyla kullanılır.

Ve bu dile hayran olarak Saraylılar da kesinlikle Terry Eagleton’un “İyimser Olmayan Umut” kitabında anlattığı üzere konuşurlar. Dine sığınmak gerektiğini, umutsuz olmanın, kötümser olmanın çok günah olduğunu söylerler. Kurtuluşun en nihayet Tanrı’nın elinde olduğunu vaaz ederler (s. 115). İşsizlik sayıları, enflasyon oranları hep iyimserdir. 2023 geldiğinde her şey düzelecektir. Bu yüzden Eagleton da “Zaten iyimserlik hâkim sınıf ideolojilerinin tipik bir unsurudur” (s. 18) demektedir.

Bir yandan “Lan kim aç?” diye sorsalar ve “Türkiye’de yoksulluk sorun olmaktan kalktı” diye caka satsalar bile, Saraylılar da kasvet salgınının farkındadırlar ve bu yüzden palavraymış filan demeden iyimserlik (!) kanırtmaktadırlar.

Onların kendi kasvetli (“kalp katılığı, acımasızlık, gaddarlık”) dilleriyle dayattığı “kasvetli bir durum yok lan” şeklindeki sahtekâr iyimserliği karşısındaki çare “umutsuzluğun cesaretine” dört elle sarılmaktır.

Nasıl? Cevabını da yine Eagleton versin: “Umut etmek zorunda kalmamak tercih edilebilir; çünkü umutlanma ihtiyacı, nahoş olanın çoktan gerçekleştiğinin işaretidir. … Marksistler gelecek konusunda daha umutludur. Zaten kişi tam da içinde bulunduğu şimdiyle en nahoş biçimde karşılaştığı için geleceğe inanç besler.” (s. 18, 21)

Umut etmek zorunda kalmadan, umut etmekle yetinmeden kasvetten topluca kurtulabilmenin şimdilik çarelerinden biri, sayımızı mümkün olduğunca çoğaltarak haykırabilmektir:

“Kime yalan söylüyorsunuz laaaan?”