Laszlo Nemes, Cannes’a karanlık düşürdü

DEFNE GÜRSOY - CANNES

Festivalin ikinci günü Fransızların efsanevi tatil diyarına izlediğimiz filmlerin dokusuna uygun bir karanlık çöktü. Macar yönetmen Laszlo Nemes’in “Saul Fia-Saul’un Oğlu”nun gösteriminden nefesimiz kesik, midemizde düğümlerle çıktık.

Festivalin en beklenen filmlerinden biriydi “Saul’un Oğlu”. Öncelikle, Cannes’a çok nadiren bir ilk film resmi yarışmaya seçilir. İkincisi, sinemayı bırakan Macar usta Bela Tarr’ın yardımcılığından gelen Lazslo Nemes’in kendisi ve eseri sinemaseverlerin ilgisini şimdiden çekmişti. Son olarak da yıllardır sinemaya çok konu olmuş Yahudi Soykırımı’yla ilgili daha neler yapılabileceğini merak ediyorduk doğrusu. Nemes, ilk görüntülerinden itibaren öylesine bir girdaba sokuyor ki izleyiciyi, tahammülü ne kadar zor olsa da içine çektiği çemberin, nefesimizi tutarak eşlik ediyoruz. Ana karakter Saul Ausländer’in (Almanca “Yabancı” demek olan isim seçimi tesadüf değil) ritmine ve dayanılmaz rutinine giriyoruz. Nemes şimdiye kadar hiç kimsenin cesaret edemediği bir yere, doğrudan gaz odalarına yerleştiriyor bizi.
1944 Ekimi, Auschwitz-Birkenau imha kampında Sonderkomandoların, yani kamptaki diğer Yahudilerden ayrı tutularak, önce gelen konvoylardakilerin soyunmalarına eşlik eden, endişelerini giderdikten sonra gaz odalarına yönlendiren, ardından cesetleri taşıyarak krematoryumlarda yakıma gönderen ve her şey bittikten sonra ortalığı temizleyen Yahudi ekiplerin acımasız ‘rutin’ini anlatıyor. Çok derin bir tarihsel araştırmanın yattığı ayrıntıları biz Nemes’in usta kadrajında ve açısında arka planda belli belirsiz, ama yeterince açık, odak dışı görüntülerle izliyoruz. Biz aslında sadece Saul Ausländer’in gördüklerinin tanığıyız. Soykırımın sonuna yaklaşan tarihlerde Sonderkomandoların örgütlenerek isyan hazırlıkları bir yandan, Ausländer’in olmayan oğlunun yerine koyduğu ölü genç çocuğun cesedini kurtararak bir haham eşliğinde toprağa verme saplantısını izliyoruz. Tarafsız, sistemli bir basit amacın peşinden gidiyoruz. Çok başarılı bir görüntü yönetiminin eşliğinde, etkileyici bir ses montajı ile, kamera Saul’un elini bırakmayan refakatçısı olarak cehennemden geçişini belgeliyor. Nemes’in ödül listesinde yer alması kuvvetle muhtemel.


‘BELLİ BİR BAKIŞ' İYİ BAŞLADI
Resmi seçkinin alt yarışması ‘Belli Bir Bakış-Un Certain Regard’, Naomi Kawase’nin ‘An’ filmiyle başladı. Kawase’nin yıllardır gediklisi olduğu ana yarışmada değil de yan seçkide yer alması birçoklarını şaşırtsa da, Cannes’ı iyi tanıyanlar Godard’dan Coppola’ya, Gus Van Sant’dan Wenders’e birçok büyük ustanın ‘Belli Bir Bakış’ta yer aldıklarını bilir. Türkiyeli sinemacıların nedense burun kıvırdıkları bu seçkide her yıl ana yarışmadan daha etkileyici filmler keşfettiğimiz de bir gerçek.

Kawase’nin ‘An’ı, geçen yıl Altın Palmiye için yarışan ‘Still The Water’ıyla başladığı içsel ve duygusal yeni çizgisinin devamı niteliğinde. Son derece basit ve geleneksel bir Japon tatlısı etrafında kurulan hikâye, geçmişinin acısı yüzünden okunan bir mahalle tatlıcısının, cüzzamı ilerlemiş bir yaşlı kadının yardımları ve derinliği sayesinde yeniden yaşama sevinci kazanmasının hikâyesi. Ötekileştirilme ve ayrımcılık kurbanı iki insanın dostluğunu büyük bir duyarlılıkla anlatan Kawase’nin bu yeni soluğunun devamını diliyoruz.

 “Dante Lazarescu’nun Ölümü” ile keşfettiğimiz Rumen Radu Muntean’ın “Alt kat-Un Etaj Mai Jos” “Rumen Yeni Dalgası”nın tipik bir örneği. Yaşadığı apartmanda bir alt katta cinayete kurban giden genç komşusunun katilini, kendi düzenini bozmamak için ifşa edemeyen bir muamelecinin hikâyesini anlatıyor. Hıristiyan ahlakçılık ile post-komünist eleştiri sarkacında bir türlü karar veremeyen bu akımın daha cesur bir duruş sergilemesi zamanı geldi de geçiyor.