Latin Amerika’da ikinci pembe dalga yükselirken
Şili’de seçimi kazanan solcu aday Gabriel Boric, ılımlı politikalar izleyerek beklenen çıkışı yapmadı.

Latin Amerika bir yandan acının, sefaletin, yağmanın, emperyalist saldırganlığın, darbelerin, ekonomik krizlerin coğrafyasıdır. Bir yandan da umudun, direncin, isyanın, devrimin merkez üssüdür. Thomas More’un 1516’da Ütopya’sını bile Brezilya’nın güzelliklerinden esinlenerek kaleme aldığı düşünülür. Kayıp altın şehir El Dorado efsanesi de Latin Amerika’da geçer.

Başta Che Guevera; Zapata’dan, Tupac Amaru’ya; Simon Bolivar’dan Fidel Castro’ya kadar devrimci kahramanlar da bu topraklardan çıkmıştır.60’lardan beri Türkiye solunun da gözü, kulağı, yüreği Latin Amerika’da olmuştur.

Latin Amerika’da zaman zaman iyimserlik rüzgârları eser, derken arkasından tüm bölgeye bir karamsarlık havası çöker. Son yıllarda Latin Amerika’da sağcı kasvetli bir devrin ardından, birbiri arkasına sol yönetimler iş başına geliyor. Yine umut, direniş, dayanışma duygularının ağırlığı hissediliyor. İkinci bir “pembe dalga”dan söz ediliyor.

Bilindiği gibi pembe dalga; yelpazede sosyal demokrasinin solunda yer alan, radikal güçlerin başını çektiği, ama egemen düzenin güç ve mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirme perspektifine de sahip olmayan bir akım anlamında kullanılıyor.

Birinci pembe dalga

İsterseniz önce Latin Amerika’nın birinci pembe dalgasını bir hatırlayalım. Sürecin Hugo Chavez’in 1999’da iktidara gelmesiyle başladığı söylenebilir. Ardından 2000’de Şili’de Ricardo Lagos’un, 2002’de Brezilya’da Lula’nın, 2005’te Bolivya’da Evo Morales’in, 2006’da Ekvator’da Rafael Correa’nın seçim zaferleri yaşandı. Arjantin’de 2002’de sol-Peronist Nestor Kirchner, Uruguay’da Geniş Cephe’nin (Frente Amplio) adayı Tabare Vazquez’in seçilmeleri de solun başarı hanesine yazıldı.

Bu dönemde iki ayrı temel anlayış ortaya çıktı. Bir yandan “koyu pembe” renkte Venezuela’nın, Bolivya’nın, Ekvador’un oluşturduğu “iyilik ekseni”, öte yanda Brezilya’nın başını çektiği “soluk pembe”, “mutabakat ekseni”. Chavez 21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken, “iyilik ekseni” kapitalizmi, emperyalizmi karşısına almaktan çekinmiyordu. Brezilya-Şili-Uruguay hattında ise sol hükümetler sosyal politika uygulamalarıyla yetinip genel hatlarıyla neolibarel politikalarla arasına net mesafe koymuyordu.

Bugünlerde küresel bir enflasyon dalgası yaşanıyor. Merkez bankaları ardı ardına faizleri yükseltiyor. Arkasından dünya durgunluk içinde, enflasyon anlamında stagflasyona sürüklenir mi korkusu yaşanıyor. İster istemez 80’li yılların kötü hatıraları belleklerde canlanıyor. Bu dönemde az gelişmiş ülkeler, özellikle petrol dolarlarını park edecek yer arayan Körfez ülkelerinin fonlarıyla büyük miktarda borçlanmıştı. Amerikan Merkez Bankası’nın sıkı para politikası uygulamalarıyla, değişken faizli bu borçların maliyeti artmış, 1982’de Meksika’nın dış borç ödemeleri askıya almasıyla dünya borç krizi tetiklenmişti. Neredeyse tüm Latin Amerika ülkeleri borç ertelemelerine gitmiş, IMF’nin dayattığı kemer sıkma politikaları çerçevesinde bir “kayıp on yıl” yaşanmıştı. Gelir ve servet dağılımı bozuklukları derinleşmiş, yoksulluk yaygınlaşmıştı.

IMF’ye yoğun tepkiler 89’da Venezuela’da “Caracazo”, Arjantin’de “Arjantinazo” ayaklanmalarına yol açtı. Bolivya’da suyun özelleştirilmesi ve doğalgazın çokuluslu şirketlerin kontrolüne girişine karşı çıkış sola yönelişi hızlandırdı.

Küba devrimine paralel olarak gelişen, çoğunlukla silahlı mücadeleyi temel alan 60’lar, 70’lerde etkili sol hareketler yenilgiye uğratılmışlardı. Ardından muhalif dalga topraksız köylü örgütlenmeleri, yerli ayaklanmaları, özelleştirmeye karşı inisiyatifler gibi sosyal hareketlerde, daha sonra Porto Allegre gibi yerel yönetimlerde etkili olduktan sonra genel seçim başarıları gelmeye başlamıştı.

Venezuela’da Chavez ve Bolivya’da Morales, neoliberal politikalara tepki anlamında sosyal adalet arayışlarıyla, yerli halkın taleplerini dillendirmek anlamında kimlik ve tanınma politikalarını senteze tabi tutarak yeni bir anlayışın temsilcileri oldular.

2000’lerin başında seçilen Latin Amerikalı liderlere küresel ekonomik koşullar da yardımcı oldu. ABD’de teknoloji balonunun patlamasından sonra hüküm süren ekonomik durgunluk karşısında faizlerin aşağı çekilmesi mevcut borçların maliyetini düşürdü, yeni borçlanma olanaklarını genişletti. Asıl önemlisi, başta petrol emtia fiyatlarının yüksek seyri bölge ülkelerinin döviz gelirlerini artırdı.

Genel eğilim; yoksulluğu azaltıcı sosyal programlarla, kamu harcamalarını artırarak gelir dağılımı bozukluğunu törpüleyen ekonomi politikalarıyla geniş halk kitlelerini hoşnut etmek, ancak güç ve mülkiyet ilişkilerine dokunmamak, çok uluslu şirketlerle arayı bozmamaktı. Ancak Küresel Finansal Kriz’in patlak vermesiyle emtia fiyatları düşmeye başladı, kamunun harcama olanaklarının daralmasıyla halkın hoşnutsuzluğu arttı, sağcılar bu durumu fırsat bilerek saldırıya geçti.

Yerleşik düzen güçleri medyanın kışkırtmaları, ABD’nin desteğiyle her türlü kirli yöntemi kullanarak inisiyatifi tekrar ele geçirmeye başladı. Arjantin’de seçimlerle, Brezilya’da Dilma Rousseff’i bir parlamento darbesiyle görevden uzaklaştırarak, Ekvador’da solcu etiketli başkan Lenin Moreno’nun saf değiştirmesiyle, Bolivya’da askeri darbe ile 2010’ların ikinci yarısında sağcı yönetimler iktidara geldi.

İkinci pembe dalga Meksika ile başladı

2018’de Meksika’da Luiz Obrador’un başkanlık koltuğuna oturmasıyla bir anlamda ikinci pembe dalga başlamış oldu. Onu 2019’da Arjantin’de Alberto Fernandez ve 2020’de Bolivya’da Luis Arce’nin seçimi izledi. Sağ hükümetlerin pandemiyi kötü yönetmesi, neoliberal ekonomi politikalarında ısrar etmesi de solun önünü açtı.

Şili’de öğrenci lideri Gabriel Boriç’in, Kolombiya tarihinde ilk kez bir sol aday eski M-19 gerillası Gustavo Petro’nun başkan seçilmelerinden önce, her iki ülkede de yüz binlerin sokaklara döküldüğü halk hareketleri yükseldi, adeta devrimci bir durum yaşandı. Arjantin'de sol aday Andres Arauz’un ilk turu önde bitirdikten sonra ikinci turda yerliler hareketinin desteğini çekmesiyle seçimi kaybettiği Ekvador da ciddi sokak hareketlerine sahne oldu.

Ekim 2022 Brezilya başkanlık seçimlerini Lula kazandığı takdirde Latin Amerika tarihinde ilk kez 6 büyük ülke, Brezilya, Meksika, Arjantin, Kolombiya, Peru, Şili sol yönetimler altında olacak. Özellikle ABD’nin iki kritik müttefiki Meksika ve Kolombiya’daki iktidar değişiklikleri simgesel bir anlam taşıyor.

Sözünü ettiğimiz sol adaylar genellikle geniş bir koalisyona dayanıyorlar. Örneğin Lula başkan yardımcılığı için merkez sağ bir politikacı, Sao Paulo Valisi Geraldo Alckmin’i yanına aldı. Boriç ve Petro da seçildikten sonra ılımlı politikalara yöneldiler. Peru Başkanı köy öğretmeni Pedro Castillo ile destekleri sayesinde seçildiği Marksist Özgür Peru Partisi arasındaki bağlar koptu.

İkinci pembe dalgada ekolojik konular, yerli halkların kimlik talepleri ve LGBTİQ hakları daha fazla önem kazandı. Kolombiya’da Petro ve Şili’de Boriç çevre sorunlarının gündemlerinin başında geldiğini ilan ettiler. Meksika’da Obrador gibi Petro da ülkelerinin başkentleri Meksiko City ve Bogota’nın belediye başkanlığını yapmanın deneyimini yönetime taşıyorlar.

Yeni dönemde sol yönetimler emtia fiyatlarının yüksek seyrinin avantajından yararlansalar da, küresel faizlerin artmakta oluşu, jeopolitik gerilimler, ABD-Çin arasındaki hegemonya savaşının ülkeleri taraf olmaya zorlaması, pandemi döneminin kamu borçluluğunu iyice artırmış olması gibi dertlerle de cebelleşecekler. Zaten sağcı yönetimler altında yoksulluk derınleşmiş, gelir ve servet eşitsizlikleri daha da artmış durumda. Yani onları zor koşullar bekliyor.

Arjantin zaten her zamanki gibi ciddi dış borç sorunları yaşamaya devam ediyor. Venezuela’da Maduro’nun Chavez’in karizmasına sahip olmaması, Nikaragua’da Ortega ve çevresinin yolsuzluklarla anılması geçmişin radikal sol imaja sahip ülkelerinin de prestijini sarsmış durumda. Birinci dalganın “iyilik ekseni” benzeri kimi ülkeler arasında özel bir ittifak ilişkisi de yok, her ülkenin sol yönetimi kendi başına bir hava tutturmuş gidiyor.

Tüm bu handikaplara karşın, sol adına tüm dünyanın en umut ve heyecan veren bölgesi yine de Latin Amerika. Belki şimdilik geniş emekçi kitleler adına siyasette dengeleri değiştirecek, güç ve mülkiyet ilişkilerini sarsacak bir programatik yönelim görünmüyor. Ancak örgütlü toplum, dün nasıl sağ yönetimleri sarstıysa, bugün de sol yönetimlerden daha talepkar olur, toplumsal mücadeleleri canlı tutar, böylelikle ABD’nin güneyinden dünya soluna ilham veren ülke deneyimleri çıkar.

İyisi mi “Neden olmasın?” diyelim, bizler daha mükemmelini yaratana kadar Latin Amerika’yı izlemeye devam edelim.