Buenos Aires’te hayat, Arjantin maçlarının olduğu saatler dışında, hep tatil havasında geçiyor gibi geldi bana. Evet, sokaklarda ellerinde evrak çantaları ile dolaşan insanlar var. Ama onlar bile gerektiği kadar hızlı bir şekilde yürümüyorlar. Soğuk ve yağmurlu havaya rağmen herkesin üzerinde bir rehavet görüyorum. Yemekler uzun uzun ve sohbet eşliğinde yeniyor.

Latin Amerika notları - 1

‘Vamos Argentina’

Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, “Borges ve ben” adlı kısacık anlatısını bir ikilik üzerine kurar. Öykünün anlatıcısı, daha en başından olayların merkezinde duranın başka biri olduğunu söyler bize. Kendisi sadece izleyen, algılayan ve yaşayan kişidir. Öteki Borges ise, bizim anlatıcının yaşadığı her şeyi edebiyat haline getiren, ondan faydalanan ve bununla meşhur olan şahıstır.
“Ben kum saatlerini, haritaları, on sekizinci yüzyıl baskılarını, kahvenin tadını ve Stevenson’ın düzyazılarını seviyorum. Öteki bu beğenileri benimle paylaşıyor, ama onları bir oyuncuya özgü davranışlara dönüştürerek sahtekârlıkla yapıyor bunu. İlişkilerimizin düşmanca olduğunu söylemek biraz fazla olacak: durum öyle ki ben yaşıyorum, yaşamı kabullenip sürdürüyorum, işte Borges böyle yaratıyor yazınını ve bu yazın benim varoluşumu doğruluyor.”
Böylece bir kez daha sanat ve hayat arasındaki karmaşık ilişkiye işaret eder, Borges. Bu hikâyeden anladığımız kadarıyla, sanat hayatın “kötü ikizi”dir. Onu bir gölge gibi takip eder ve ondan beslenir. Ama beslenmenin de çeşitleri vardır tabii. Borges’e göre, bu vampirik bir ilişkidir. Sanat hayatın ışığını emer ve onu kendi malzemesine dönüştürür. Bu öyküde anlatıcının kendi sahiciliğini korumak için gösterdiği çaba acıklıdır. Tecrübe ettiği her şeyin bir bir elinden alındığını söyler bize. Çünkü anlatı haline geldiği andan itibaren tecrübenin gerçekliğinden bahsetmek olanaksızdır artık. Her şey gibi o da, “kötü ikiz”in – yani yazar Borges’in – malzemesi haline gelmiş ve “abartılıp çarpıtılarak” sahiciliğini yitirmiştir.
Ani bir rüzgar ile kendimizi Latin Amerika’da bulduğumuzdan beri, Borges’i ve bu hikayeyi düşünüyorum. Bunun bir nedeni, hikayenin anlatıcısı gibi, olayların başka bir kişinin başından geçtiği hissine kapılmış olmam ise, diğeri de bütün bunları sonunda yazmak zorunda kalacağımı bilmekten gelen rahatsızlık herhalde.
Mesele şu ki, çocukluktan beri görmek istediğim bu kıtaya sonunda ayak bastığıma inanmakta zorlanıyorum. Bazı hayallerin gerçekleşmesi hiç gerçekleşmemiş olmasından daha sarsıcı olabiliyor. Ben de buna hazır değildim galiba. Onun için, kendi tecrübeme kıskanç bir şekilde yapışacağımı ve onu anlatmakta her zamanki kadar istekli olmayacağımı hissediyorum. Anlattıkça bozulacak çünkü. Benim olmaktan çıkacak.
Fakat yazma arzusuna direnmek çok zor, çünkü bu olağanüstü şehirde dolaşıyorum ve birçok şey görüyorum. Yüksek tavanlı kasvetli binaları, o binaların akıl almaz bir taş işçiliği ile süslenmiş girişlerini, demir kapıların zarif detaylarını zihnime kaydediyorum. Her şeyden önemlisi insanları izliyorum. Yazmazsam belki hepsini unutabilirim. Sonuçta Borges’in dediği gibi, ben de kendime ihanet ediyorum işte: “Uslanmak bilmez abartma ve yalan söyleme huyunun çok iyi ayrımında olsam da yavaş yavaş her şeyi açıklıyorum ötekine.”
İstanbul’un keşmekeşini andırıyor olmasına karşın Buenos Aires çok daha yavaş bir şehir aslında. Belki de bu benim gevşekliğimdir bilmiyorum. Alışkanlığı kırmanın kendine özgü bir yavaşlığı var. Sokaklarda amaçsız bir şekilde dolaşmanın da öyle. Burada bunu yapmak için şansımız oldu. Buenos Aires’te hayat, Arjantin maçlarının olduğu saatler dışında, hep tatil havasında geçiyor gibi geldi bana. Evet, sokaklarda ellerinde evrak çantaları ile dolaşan insanlar var. Ama onlar bile gerektiği kadar hızlı bir şekilde yürümüyorlar. Soğuk ve yağmurlu havaya rağmen herkesin üzerinde bir rehavet görüyorum. Yemekler uzun uzun ve sohbet eşliğinde yeniyor. Gençler sokak kahvelerinde aylaklık ediyor. Yaşlı teyzeler köpekleriyle bistrolarda oturuyor. Dükkanlar geç saatlere kadar kapanmıyor.
Bütün bunlara bakınca, burada ciddi bir ekonomik kriz yaşanmış olduğuna inanmak çok güç. Hâlâ sonuçlarını hissettikleri siyasi ve ekonomik sorunlara rağmen, Arjantinlilerin keyfi yerinde görünüyor. Bunu belki de Dünya Kupası’na borçluyuz. Tek başına Messi bile bütün ülkeyi kurtarabilir sanki. Buenos Aires’te her yerde Messi’nin dev fotoğrafları var. Dükkânların vitrinleri bayraklarla kaplı. Çoğunda büyük harflerle “Vamos Argentina” (“Yürü be! Kim tutar seni, Arjantin!” diye de okunabilir herhalde) yazıyor.
Arjantin-Belçika maçını, zorla yer bulduğumuz bir kafede her sınıftan ve yaştan insanla izledik. Kadınlı erkekli neşeli bir kalabalıktı. Önümüzde oturan Arjantin bayrağına sarınmış amca, her gol pozisyonunda derin bir “Ah!” çekip eliyle gözlerini kapatıyordu. Sonunda ekrana sırtını döndü. Muhtemelen kalp krizi geçireceğinden korktuğu için. Neyse ki, Arjantin kazandı. Amca da bayrağıyla kafenin içinde küçük turunu attı.
O gece ıvır zıvır bir şeyler almak için uğradığımız büfedeki adam, “Dünya Kupası için mi geldiniz?” diye sorduktan sonra azıcık böbürlenerek “Zaten Arjantin hep kazanır,” dedi. Biz de “Si, si,” falan dedik. Pek İspanyolca bilmiyoruz.
Arjantin hakikaten kazanıyor. Brezilya içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Kupanın bu kadar yakınına gelmişti halbuki. Takımının Almanya karşısında yaşadığı hezimetten sonra, Rio’da yaşayan arkadaşımız Marco’ya çok üzüldüğümüzü söyleyen bir mesaj attım. “Hangisi daha kötü olurdu bilmiyorum,” dedi “kazanması mı, yoksa kaybetmesi mi?” Brezilya’da bunca yoksulluk varken, kupayı düzenlemek için harcanan paranın büyüklüğünden söz etti sonra. “Yine de böyle bir fiyaskoyu hak etmedik,” diye ekledi. “Brezilya çok büyük takım. Yakında size bunu unutturur,” dedim ben de.  “Neyi unutturur?” diye bir cevap geldi. Böyle de komik bir arkadaşımızdır.
Edebiyatla başlayıp futbolla bitirdim. Kusura bakmayın. Bu coğrafyada başka türlüsü mümkün değil galiba. Hele de Dünya Kupası oynanıyorken.
Önümüzdeki birkaç hafta Uruguay’dan yazacağım. Haberlerimi bekleyin.