Latin Amerika daima dünya solu için umut ve ilham kaynağı ola geldi. 2000’li yılların başında yükselen“sol dalgabirbiri ardına Güney Amerika ve Orta Amerika ülkelerinde “sol hükümetleri iktidara taşırken” ; süreç “Latin Amerika’nın İkinci Bağımsızlığı”diye de adlandırıldı. Birinci bağımsızlık İspanya’nın boyunduruğundan kurtulmak ise, ikincisi de Amerikan egemenliğine ve Ortodoks neoliberal reçetelere baş kaldırmaktı. Bilindiği gibi Özallı yıllarla birlikte Türkiye’de de ekonominin köşe taşını oluşturan Friedmancı öğretinin, laboratuar ülkesi Chicago Boys marifetiyle Şili’ydi.

Şimdilik Latin Amerika’nın sola yürüyüşü duraklamış görünüyor. Yaşanan süreç, sol söylemlere sahip olmasına, büyük ölçüde emekçi kitlelerin desteğine dayanmasına, yer yer anti-emperyalist çıkışlarına karşın“pembe dalga” diye adlandırıldı. Çünkü, evet bir yandan geniş halk yığınlarının yüzünü güldüren bölüşüm politikaları uygulandı; yoksulları gözeten sosyal programlar hayata geçirildi. Ama öte yandan güç ve mülkiyet ilişkilerini değiştiren, kalıcı toplumsal örgütlenmelerle halk kitlelerini iktidarın gerçek sahibi haline getiren“radikal” hamlelerden kaçınıldı. Uruguaylı siyaset bilimci Eduardo Gudynas bu modele“telafi edici devletadını veriyor; kaynak sorununu güçlü emtia fiyatlarıyla çözen ilerici hükümetler, bölüşümü emekçiler lehine düzenlerken, mevcut sınıf yapılarını değiştirmeyi veya karlılık ve mülkiyet rejimlerini karşılarına almayı göze alamıyorlar.

Latin Amerika’nın doğal kaynaklarının bol ve tarım potansiyelinin yüksek oluşu göz önüne alınırsa, yüksek seyreden emtia fiyatları sol yönetimlerin kitle desteğini korumasını sağladı. Ne var ki çoğunlukla“millileştirmeadımları yerine, yabancı sermayeyle iş tutma yolu yeğlendi. Son yıllarda başta petrol, temel mal fiyatlarındaki düşüş de sol yönetimlerin popülaritelerini sarstı ve birbiri ardına seçim başarısızlıkları gözlenmeye başlandı.

Dünya solunun esin kaynağı Latin Amerika

Örgütsel formlarıyla da Latin Amerika’daki direnişler, Gezi Ayaklanması dahil tüm dünyadaki sokak hareketlerine esin kaynağı oldu. Jacobin dergisinde Jeffery R. Webber bu dinamiği şöyle betimliyor:

2000 ve 2005 arasında Latin Amerikalı toplumsal hareketler doğrudan eyleme ağırlık verirken, tabanda katılımcı demokrasiyi ve politikanın profesyonellerin uğraşı olmaktan çıkarılmasını da benimsediler. Meclis formu, müzakereci yöntemlerle karar verme zemini haline geldi. Halk örgütlenmeleri, devletle çatışmak ile öz yönetimin yeni formlarını inşa etme pratiğini birleştirerek neoliberalizm sonrası, bazı örneklerde kapitalizm sonrası, özlemini duydukları toplumların ilk nüvelerini yaratmaya yöneldiler. ( Jeffery R. Webber, Down But Not Out, Jacobinmag, 19.05. 2017 ) .

Sol hükümetlerin iş başına gelmesiyle toplumsal hareketler yönetim aygıtının bir uzantısına dönüşmekle, radikal özlerini korumak arasında bocaladılar; çoğu örnekte etkilerini ve kitleleri mobilize etme kapasitelerini yitirdiler.

Arjantin’de ve Şili’de bizzat zengin iş adamlarının başkan seçilmesi, Brezilya’da Dilma Rouseff’in“darbeyle”azledilmesiyle birlikte, Latin Amerika’nın sağa savruluş süreci ivme kazanmış görünüyor. Bu durumdan uluslararası sermaye çevreleri ve Financial Times, Wall Street Journal benzeri küresel sermayenin yayın organları haz duyuyor. Örneğin, Financial Times geçtiğimiz hafta yayınladığı Latin Amerika dosyasında, “sağ ve sol” popülizme dikkat çeker, yolsuzlukla mücadelenin önemini vurgularken, aslında “neoliberal programları” uygulamaya teşne “merkez sağ” seçeneklere çiçek uzatıyordu. (Financial Times 8 Şubat 2018)

Latin Amerika uzmanı Marksist sosyolog James Petras’ın sistematiğini benimsersek, bölgedeki sağa çark etme dinamiğini üç kategoriye ayırabiliriz: Sağ radikalizmin yükselişi, merkez soldan merkez sağa kayış ve soldan merkeze yöneliş. (James Petras , Official website, Latin America : The Pendulum Swings to the Right, 12.19.2017 ).

Sağ radikalizm

Bu eğilimin Arjantin’de Mauricio Macri’nin seçilmesiyle ivme kazandığı söylenebilir. Macri popülist söylemleriyle sade yurttaşların da bir kısmının desteğini kazanmasına karşın, doğrudan“zengin dostu” neoliberal politikaları benimseyen, emperyalistlerle ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Christina Kirchner dahil muhalefet güçlerine baskı uygulayıp, politik tasfiyelere girişmesiyle de otoriter yüzünü gösterdi. Böyle giderse, geçmişte“barikatlardaki direnişlerle” ülkede “devrimci durum” yaratmış emekçi kitleleri öfkelendirerek, yeniden harekete geçmek için tahrik etmesi beklenebilir.

Bölgenin iki büyük ülkesi Brezilya ve Meksika 2018’de seçimlere sahne olacak.

Brezilya’da Başkan Dilma Rouseff sağ bir komplo sonucu azledilerek, yerine çok sayıda mali ve politik yolsuzluğa bulaşmış Michel Temer monte edildi. Ekim 2018 seçimleri için, halk kitleleri nezdinde hala popülaritesini koruyan, kamuoyu yoklamalarında açık ara önde giden Lula da Silva’nın önünü kesmek için her yol mubah kabul ediliyor. Lula’ya yöneltilen yolsuzluk suçlamasının hiçbir maddi temeli ortaya konulamadı. Rüşvet kabilinden kabul ettiği iddia edilen yazlığın mülkiyeti kendine ait olmadığı gibi, aileden hiç kimsenin bu mekana ayak bastığı da kanıtlanamadı.Merkez sağın adayı Doria’nın“düşük vergiler, esnek emek politikaları, radikal özelleştirmelerşeklinde“sermaye programı” medya desteğine karşın rüzgar estiremedi. Açıkça askeri yönetim yanlısı, komünizm düşmanı emekli yüzbaşı Bolsonaro ise, aniden popüler bir figür haline de gelse, Lula’ya ciddi bir rakip kabul edilmiyor.

Meksika’da da, Temmuz’da düzenlenecek başkanlık seçimleri için, sol aday, Meksika City eski belediye başkanı Lopez Obrador önde görünüyor. Daha önce seçimlere hile karıştırılmış olduğu, özellikle 1988’de ve 2006’da sol adayla Cardenas ve yine Obrador’un zaferlerinin gasp edildiği biliniyor. Meksika’da Obrador’a destek veren emekçiler, sendikalar bir kez daha narko-devletin devreye girip, seçimi çalmasından endişe duyuyor.

Kısmi farklılıklara karşın, Kolombiya, Peru, Paraguay, Guatemala, Honduras ve Şili’de de, ABD emperyalizminin dümen suyunda sağ iktidarlar bulunuyor.

Merkez soldan sağa kayış

Bu kategoride Ekvator ve Uruguay’ı sayabiliriz. Ekvator, Rafael Correa döneminde, Bolivya ve Venezuela ile birlikte“umut ekseninde” yer alıyordu. Uruguay da, Türkiye ziyaretinden tanıdığımız “yoksul başkan”Jose Mujica yönetiminde, kamu yatırımları ve sosyal reformlar temelli sol politikalara imza atmıştı. Sol cephedeki dağınıklık ve kopuşlar sonrası, Uruguay’da Tabare Vazquez’in “Geniş Cephesi” ile Ekvator’da Lenin Moreno’nun PAİS İttifakı neoliberal ekonomi politikalarına yöneldiler. Her iki ülke de Şili’nin yanında Trans Pasifik Ortaklık anlaşmasına imza attı. Açıkçası düşen metal ve tarım ürünü fiyatları da kamucu programların uygulanmasını zorlaştırdı.

Soldan merkeze yöneliş

Bolivya Evo Morales liderliğinde sağı püskürtme ve sandık başarılarını sürdürme anlamında başarılı oldu. Yalnız zamanla, yabancı sermayeye tavizler vererek ve Latin Amerika’nın sağ rejimleriyle sıcak ticari ilişkiler geliştirerek“karma ekonomiye” yöneldi. Toplumsal hareketleri canlı tutmayı başarması ise, hanesine başarı olarak yazılıyor.

Venezuela’ya gelince, Chaves sonrası Maduro döneminde yolsuzlukların ve beceriksizliklerin yaygınlaştığı bir gerçek. Ülkenin temel zenginlik kaynağı petrol fiyatlarının düşük seyretmesi de yaşam standartlarını geriletti, sosyal programların uygulanmasını zorlaştırdı. Buna karşın, çete saldırıları düzenlemekten geri durmayan, ülkenin zengin oligarşisine dayanan, emperyalizm güdümlü“kirli muhalefete” karşı seçim başarıları sağlandı. Gecekondulardaki yoksul mahallelerin arkasında durduğu Maduro’nun toplumsal desteğinin özellikle eğitimli kesimlerde gerilediği gözleniyor.

Tüm karamsar atmosfere karşın, önce Meksika’dan ardından Brezilya’dan gelecek solun seçim başarısı haberleri bir anda Güney’deki psikolojik ortamı değiştirebilir. Özellikle toplumsal muhalefetin sandıklara sahip çıkma konusunda sergileyeceği direngenlik ve geliştireceği pratikler, Türkiye için de heyecan ve esin kaynağı olabilir…