Eskiden adını gizleyen, şimdi de kendini gizleyen, yüzünü unuttuğum arkadaşım,…

Eskiden adını gizleyen, şimdi de kendini gizleyen, yüzünü unuttuğum arkadaşım,…

Rüyamda gördüm seni. Yüzün siluet. Tek aklımda kalan mücadelen. Düş bu ya, yağmurlu bir Ankara’da karşılaşmışız ve ben elimde bir avuç toprağı sana uzatarak, “Toprağı avuçladım, deniz kokuyordu inan…” diyorum. Başka bir şey daha var ama şimdi hatırlayamıyorum…
•••
Yıllar önceydi. “Yaralanmış, hastaneye kaldırılmış” haberi gelmişti bir gün okula. Herkes buz gibi olmuştu. Televizyonlar akşam haberlerinde devamlı polisle çatışan binlerce insanı gösteriyordu. Olaylar, Alevi kahvehanelerine meçhul kişilerin silahlarla ateş açmasıyla başlamış, ardından halkın mahallede toplanıp olayı protesto etmesiyle sonraki günlere gergin bir geçiş yaparak devam etmişti. Ertesi gün binlerce kişi polisle çatışmış ve onlarca kişi ölmüştü. Ölenlerin bedeninden çıkan kurşunların ise polislere ait olduğu aşikârdı. Çok sonraları yapılan otopsiler de bu tahmini doğruluyordu. Çatışmalar durmak bilmemiş, üstelik şehrin başka mahallelerine, hatta Ankara’ya sıçramıştı. Sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu bazı mahallelerde. Öfkeli halk ise bunu dinlemiyordu bile.
Olaylar bir süre sonra duruldu. Sen de o dönem akıl erdiremediğim nedenlerden ötürü bir süre okula gelmemiştin. Ama bize ‘yaralandığın’ haberi hemen ulaşmıştı. Öğrendik ki sen sadece bir üst geçitten geçiyordun; o, asılan “Katil polisler hesap verecek” pankartı ile uzaktan yakından ilgin yoktu ve saçma bir kurşun gelip senin bacağını sıyırıp geçmişti! Ya da inanmamız için anlatılan buydu. Lise bitmişti. O zamanlar büyükannen yalnız ve rahatsızdı. Yanında kalman gerekiyordu. Apar topar İstanbul’dan Çanakkale’ye, büyükannenin yanına taşındın. O vakitlerde ne çok mektuplaşırdık. Sen ‘Lavinya’ mahlası kullanırdın zarfın üzerinde, bense ‘Can’. Bak yıllar sonra ilk kez yazıyorum sana, ulaşmayacağını bile bile belki hem de, ama bu kez kendi adımla…
•••
“Evet yaralanmış, ama durumu iyiymiş” dediler. Hemen hastaneye koşmuş, kapıda polisleri görünce korkup geri dönmüştük arkadaşlarla. Nasıl bir korkuydu ki bu!.. Sonra, günler günler sonra okula geri döndüğünde “anarşist olmuş” dediler senin için. “O da ne ki?” diye etrafa bakındık, belli ki kötü bir şeydi, yanına kimseler yanaşmıyordu okulda. “Hayır, ben sadece oradan geçiyordum” demekle yetindin sen. Ben de senden uzaklaşanların en başındaydım o ara. Günlerce uzak durdum görünmeyen kalkanlar nedeniyle. Bir süre sonra ise çekti bir şeyler ve eskisi gibiydik işte yine. 
Sonra bir gün Çengelköy’de, deniz kıyısına daha o kafeler yapılmamışken henüz, orada bir bankta otururken ve tam ağzımı açacakken benden önce davranıp şöyle söyledin: “Sen de öyle bil, ben sadece oradan geçiyordum. Böylesini bilmen daha iyi senin için”. Beni korudun sen. Ya da ben, yalanlar istiyordum, sen de işte bana yalanlar söylüyordun…
•••
Ve senden ilk mektubu aldığımda bir yaz günüydü. Zarfın “gönderen” kısmında yazan ‘Lavinya’nın, Özdemir Asaf’ın ‘Lavinia’sı olduğunu bilmiyordum. O günlerde şiire, edebiyata merakı olmayan biriydim. Yoktu o zaman arama motorları, internetler de haliyle. Senin, bir mektubunun sonuna eklediğin bu şiirle tam olarak tanıştım Lavinya’yla. 

Sana gitme demeyeceğim / Üşüyorsun ceketimi al / Günün en güzel saatleri bunlar / Yanımda kal / Sana gitme demeyeceğim / Gene de sen bilirsin / Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim / İncinirsin / Sana gitme demeyeceğim / Ama gitme, Lavinia / Adını gizleyeceğim / Sen de bilme, Lavinia.
Evet evet hatırladım. Tam olarak şöyleydi düşümdeki konuşma:
“Lavinya! Ankara Karşıyaka’da fidanlarımızın toprağını avuçladım, hem Deniz, hem de Mahir kokuyordu inan!..”