Shakespeare’in ‘Kral Lear’ adlı oyununda, kralın gücünü tamamen yitirdiğini anladığı sahne çok dokunaklıdır. Topraklarını

Shakespeare’in ‘Kral Lear’ adlı oyununda, kralın gücünü tamamen yitirdiğini anladığı sahne çok dokunaklıdır. Topraklarını iki büyük kızı arasında bölüştüren Lear, iktidarını bütünüyle kaybeder ve çocuklarından kötü muamele görür. Bu durum ona öyle çok acı verir ki, önce kızının kendi kızı olduğundan emin olamaz, sonra da kendinden şüphe duyar: “Beni tanıyan kimse var mı burada? Ben Lear değilim herhalde. Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede? Lear ya bunadı, ya beyni uyuştu da anlayışı kalmadı. Uyanık mıyım ben? Olamaz... Biriniz söyleyemez mi bana, ben kimim?”
Lear’e cevap verme cesaretini gösteren yalnızca soytarısı olacaktır. Her zamanki hazırcevaplığıyla yine lafı gediğine koyar: “Lear'in gölgesi.”
‘Kral Lear,’ ilk bakışta yaşlanan ve iktidarını kaybeden bir adamın trajedisini anlatır. Fakat aslında bir ihanetin öyküsüdür. Shakespeare, bu sahnede ihanete uğradığımızda varlığımızın sarsıldığını söyler bize. Güvendiğimiz biri tarafından aldatıldığımız zaman, aslında kendimizi de yitiririz. Kim olduğumuzu unutur, bir gölge haline geliriz.
İhanetin türlü türlü halleri vardır. Lear, çocuklarının ihaneti ile sarsılır. Othello, Desdemona’nın kendisine sadık kalmadığından şüphe eder. Hamlet, amcasının elinde oyuncak olan arkadaşları Rosencrantz ve Guildenstern tarafından aldatılır. Hepsi kötüdür bunların. Bir bakıma hepsi aynı kapıya çıkar.
Bana sorarsanız, en fenası bir dostun ihanetidir.  Çocuğunu affedebilir insan, sevgilisini terk edebilir. Ama dostuna ikisini de yapamaz. Bazan ne tümüyle affetmek mümkün olur, ne de terkedip gitmek. Bir de bakarsınız ki, gitgide solarak rengini kaybetmiş bir ilişkinin içinde kalakalmışsınız.
Her zaman dramatik sahneler yaşanmaz. Hatta çoğu kez yaşanmaz. Çarpılan kapılar, açık edilen sırlar, ya da ağır laflar gerekmez. Kimi dostlar yavaş yavaş giderler insanın hayatından. Telefonlar kesilir. Görüşmelerin arası açılır. Bir araya gelindiği zaman küçük anlamsız konuşmalar yapılır. Sonra bir gün ilk kez onun yanında sıkıldığınızı farkedersiniz. Eve döndüğünüzde ağır bir his olur içinizde. Söylenmesi gereken şeyler söylenmediği için değil. Söylenecek bir şey kalmadığı için olur bu.
Gözlerine baktığınız zaman artık o sessiz anlaşmayı görmezsiniz. Kalabalık bir masada birbirinizden uzak köşelerde oturduğunuzda, bakışlarınızla birbirinizi yakalayıp kucakladığınız, bir süre havada tutup sonra hafifçe yere bıraktığınız anları geçirirsiniz aklınızdan. Ya da aynı şeyi düşünüp güleceğinizi bildiğiniz için göz göze gelmekten kaçındığınız zamanları. En çok da hiç konuşmadan oturduğunuz ve o anlayış dolu sessizlik bölünmesin diye kıpırdamaya bile cesaret edemediğiniz geceleri.
Yalnızca ikinizin bildiği sözcükler kullanılmadıkları için yok olmuş, sadece size ait olan dil çoktan tarihe karışmıştır. Neye güleceğinizi bilemezsiniz. Neye üzülüyorsanız yalnızca sizin derdinizdir o artık. Bir yabancılık hissi gelir ve gitmek bilmez. Aranızda öylece durur. Sağır bir camın ardından bakar gibi izlersiniz onu. Kaybedilen şeyin büyüklüğü iki kez vurur sizi: hem kendi tarafınızdan, hem de onun tarafından. Onunla beraberken hep iki kişilik düşünmeye alışmışsınızdır çünkü. Her şeyi düzeltecek bir şey söylemek ister gibi yutkunur durursunuz. Ama olanaksızdır bu. O sıcaklık yok olmuş, ilişki tavsamıştır.
Halbuki gerçek bir dost varlığımızın teyididir. Onun aynasında kendimizi göremez olduğumuzda, biz de yok oluruz aslında. Dünya yabancı bir yer haline gelir. Bedenimiz bile bizim olmaktan çıkar. Bildiğimiz alıştığımız haliyle hissedemeyiz onu. Kralın umutsuzluk içinde “Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede?” demesi bundandır.
Gitgide sesler kısılır, ışık azalır. Sınırlarımız belirsizleşir, hatlarımız silikleşir. Hayatımız üzerindeki gücümüzü kaybederiz ve artık kimse bize kim olduğumuzu hatırlatmayacağı için varlığımıza dair şüphe duyarız.
En fenası bir dostun ihanetidir. Çünkü ardında kambur ve çirkin bir gölge bırakır.