Leonardo da Vinci, ölümünün 500’üncü yılında, dünyanın çeşitli yerlerinde, onuruna düzenlenen pek çok etkinlikle anıldı.

Üniversite, müze ve galerilerde özel buluşmalar ve gösterimler düzenlendi. Doğduğu köydeki Leonardino Müzesi’nde ve sanatçının son yıllarını yaşadığı Amboise’da çok ünlü eserleri sergilendi. Ülkemizde de “Leonardo da Vinci’nin 500. Ölüm Yıl Dönümü” nedeniyle önemli bir “Leonardo” sergisi gerçekleştirildi. Bir grup sanatçı, Paris’te yaşayan ressam Onay Akbaş’ın düşlediği “Leonardo da Vinci’ye Saygı” projesini hayata geçirdi; İbrahim Karaoğlu da bu özel buluşmanın küratörlüğünü üstlendi.

Onun hayat yolculuğuna denk düşecek bir izlekte buluştu her biri. Ortaya bir nevi, “Bizim Leonardo” sergimiz çıktı. ( Özellikle Devrim Erbil’in İstanbul’a bir Leonardo köprüsünü yakıştırması sanırım bu söylemi destekliyor.) Geçtiğimiz günlerde serginin Ankara’da Doğan Taşdelen Sanat Merkezi’ndeki ayağında bu büyük ustanın dünyasına karıştım. Tülin Onat, Bedri Baykam, Devrim Erbil, Ergin İnan, Yalçın Gökçebağ, Fevzi Karakoç, Onay Akbaş, Cem Sağbil, Mercan Dede, Barış Sarıbaş, Bahar Oganer’in resimleri ve Burçin Erdi’nin heykelleri arasında dolaştım.

Leonardo’nun ölmeden önceki son sözleri, “Çalışmalarım olması gereken başarıya ulaşmadığı için Tanrıyı ve insanları gücendirdim,”di. Sergide dolaşırken artık efsaneleşmiş bir dehanın alabildiğince mükemmelliyetçiliğe ulaşmaya çalışan o dalgalı düşüncelerini gözden geçirdim, yine...

Rollo May, “Yaratma Cesareti” adını verdiği çalışmasında, yaratıcılığın incelenmesinin en büyük zorluklarından biri olarak, yaratıcı ile dünya arasındaki esrarlı, çözümlenemeyen karşılaşmayı gösterir: “Sanatçı ya da şairin görüşü, özneyle (kişi) nesnel kutup (olmayı -bekleyen- dünya) arasındaki belirleyici ara noktadır.” der. May, bu ara noktayı bir mücadele alanı olarak tanımlar; yaratıcının evrenin anlamsızlığını ve sessizliğini nasıl “var” ettiğini, anlamı ortaya çıkarana kadar nasıl “yokluk”la boğuştuğunu göz önüne sermeye çalışır.

Peki, nedir bu çileli yolun sırrı? Neden eli kalem tutan herkes yazmaya eğilimli olduğu inancıyla yaşayıp, birgün esin perisiyle hesaplaşacağı, âsude günlerin geleceği ya da deneyim kazanıp yalnızlığın bahçesine girdikten sonra ilahi bir kudretle yaratabileceği günlerin özlemini duyar? Niçin yazmak hayalleri süsler de eyleme pek az dönüşür? Yahut bir ressamın renkleri yorumlamasının heyecanı nerdedir? Tuval karşısında derin hesaplaşmada kerelerce neler yaşanır?

Marquis de Sade’ın hayatının anlatıldığı, “Düşlerin Efendisi” filminde, yazar olmanın önkoşulu olan yazma eylemine sabırla bağlılık sinema diliyle özetlenir. Sade, yaşamaya mahkum edildiği hapishanede, elinden kalemi alındıktan sonra, çarşafa kanı ve dışkısıyla, çarşaf elinden alındıktan sonra giysilerine, son olarak da bedenine tasarımlarını aktarır. Çılgınca yazma isteğinin, insanı hayrete düşürecek yoğunluktaki emeğin ardında kuşkusuz var olma çabası ve kendini adlandırmaya yönelik sınırsız bir arzu bulunur.

Bir ressam da benzer bir süreç yaşadıktan sonra çıkar eseri ortaya.

O zaman şiddetli resmetme, bulma, keşfetme eylemine sanatçıyı iten mucize nerededir? Bir anda eline fırçayı alacak sanatçının karşılaşabileceği sınırsız handikaplar nelerdir? Varlık ile yokluk arasında boğuşulan karanlık koridorlarda bir yaratı nasıl ortaya çıkabilir?

Ve yine bütün bunların içinde o hiç bitmeyen umutsuzluk nedir? Leonardo ne yapmak istiyordu acaba? Neyi eksik gördü kendinde? Bizim fazla bulduğumuz kendindeki o üstün olma halini neden dışladı?

Sorular çok. Ama bütün bunlar akılca yorumlamalarla ilgili.

Oysa sanat bazen akla sığmıyor!