Leonardo’nun yaşamının peşinden giderken, belki en büyük rakibi olan Michelangelo’nun şiirine rastladım. Floransa’da şaşılacak mermer heykeller karşısında küçük dilimizi yutacak gibi oluyordum

Leonardo’nun izinde

1 Bunaltıcı, sıcak bir pazar günü… Hem tenhalık, sakinlik istiyorum hem de böyle elimde takır tukur şiirleri okuyarak canım sıkılıyor. Niye yapıyorum bunu kendime? Kaç zaman uzak durduğum şiire, sanki yeni bir buluşa tanık olmuşum gibi hevesle geri dönme telaşı bu. Kendi şairlerimi bitirdim, daha önce adını bile duymadıklarım için yapıyorum yolculuğu. Çoğu bir şey demedi bana… Okumaya devam ediyorum…

Geçen hafta bu saatlerde Roma, Venedik, Floransa arasında bir yerdeydim. Hayatta yapmayacağım bir biçimde, bir turun eline düşüp, çoluk çocuk üç aile düştük yollara. Koşturarak tatil mi yapılır, bir yer mi görülür…
Neden bildiğim bir yanlışı yineliyorum, yine aynı sonucu alacağıma emin olduğum halde… Kalabalık sevmiyorum. Yaşlıyım demek. Gözlerimiz nereye bakarsa onu görürüz, ne isterse onu gösterir… Gavur memleketleri görüp caka satanlar arasında geçti çocukluğumuz… Gidilesi, görülesi bir Avrupa vardı, uzak… Ne oldu?

Avrupa eski, yaşlı, kibirli, yorgun yüzüyle karşımda. Her defasında istenmeyen konuk muamelesiyle karşılaşıyoruz. Bir yandan da; yeşil, kurallı, tarihine sahip, uygarlık ölçüsü belli… Hangisi? Berlusconi İtalya’sı mı, Dante’nin ki mi gördüğüm? İç içe hepsi… Ulaşımın kolaylaşması, hızla ilerleme fikri derinleşmeye engel… Elimde bir Leonardo biyografisi var bir de, kıvran dur…

2 İtalya gezisi kötü geçti diyemem. Aşırı sıcaklara kalmadan, nasıl bir amaç peşinden gittiysek, tamamladık ve döndük. Aklımda ülkenin sorunları varken, ne kadar uzak olmaya çabalasam başaramıyorum. Döner dönmez Haydarpaşa’da söyleşi ve imzaya katıldım. İnsanların şaşırtıcı ilgisi, sevgisi etkiliyor, heyecan veriyor. Ne kadar nicel ölçüler edebiyata dahil değildir desem de, elde olmadan yazdıkları değer bulunca mutlu oluyor insan. Yazarlıktan para kazanmak kolay değil. AKP’nin bizi her yandan kuşattığı, sürdüğü bir ortamda yazarak ayakta kalmak direnci artırıyor.

Eskiden her yayınevinin bir düşünsel, siyasal izleği olurdu. Hangi yayınevinden kitabın yayınlandığı önemliydi. Fethi Naci, Memet Fuat gibi adamlar ölçü koyardı. Arada beni yoklayan, bize gel, diyen yayıncılar oluyor. İnsan, modası geçmeden bu teklifleri değerlendirmeli mi? Gülüyorum kendime. Artık yayınevleri de süpermarkete dönmüş durumda. Geçende çeşitli konuşmalar yaptık… Korku içinde insanlar… Oysa böyle günler için değil mi edebiyat?

O gün gar meyhanesinde Ataol abi, Elif, babam söyleştik. Bir ara Merdan Yanardağ da geldi.


3 Bazı kitapların günü gelir diye bekletirim. Serge Bramly’nin “Leonardo Da Vinci” adlı biyografisini okudum. Agora’dan çıkmış. Eleştirel bir çalışma. Kutsanan bir ressam, yontucu, aydın üstüne cesur yazılmış bir kitap. Kimsenin kusursuz olamayacağı gerçeğinin açığa çıkarmak yanında, bir de tarihsel kırılma anlarını da dillendiriyor yazar. Floransa’yı gezerken, bir yandan da Vinci hakkında üretilen söylence ve gerçek tartışmasını büyüttüm içimde.

Vinci’nin bölük pörçük, dağınık defterleri üzerinden bir kişilik kurmak kolay değil. Her biyografi yazarı bir yandan kurmaca yapmakta, tez öne sürmektedir. Freud’un bu yazarları düşman sayması boşuna değil. Üstelik bu defterlere bakıp, bir yandan ciddi yanılgıya düşse bile, psikanalize soyunmuş Freud. Vinci’yi merak etmemek elde değil. Elbet ne varsa çocuklukta var…

Dönemin etik ölçülerinde bir dışlanma nedeni sayılmasa da, kusur veya eksiklik hisse veren bir durumdur gayri meşru çocuk olmak. Üstelik anne meselesi tüm bir yaşam yüreğinde bir yara olarak kalır Vinci’de! “Piç”tir o, ve bazı meslekleri yapması yasaklıdır. Tarihin cilvesi işte ya da yazgıdır bu belki, Vinci’nin insanlık tarihinde yeri bunlarla biçimleniyor. Onun sözlerine başvurayım:

“Bilgi ne kadar eksiksiz olursa, sevgi o kadar güçlü olur.”


4 Vinci “Defterleri”ini kaleme alırken, ki çoğu zaman bir duygusal çöküşle sarsıldığını da görürüz orada ya da öfkesinden, tasarılarından söz ederken, bunu hep karanlıkta yapar. Sanki bir sırrı gizler ve şifreyi kimsenin bulmasını istemez. Bu gizi bilerek yarattığını iddia edenler bile olacaktır ileride! O halde insanlığı etkisi altına alacak büyük biri olacağını sezmesi gerekir. Bramly ilginç değerlendirmeler yapıyor. Vinci’nin oto portresinin bir tür algı yaratmak için kurgulandığını/çizildiğini söylüyor. Şu ilginç değil mi?

“Hugo’yu, Tolstoy’u, Whitman’ı yetiştirmiş olan XIX. yüzyıl, bizleri bu ermiş bilge görünüşüne, mesleği düşünmek olan büyük adamların ortak özelliğine bir derece alıştırdı. Ama XIV. yüzyılın başında, nehir görünümlü sakal bir yana, uzun beyaz saçlar ve sakal bile yaygın olmaktan oldukça uzaktı ve ilkçağı, kutsal kitapları, mitolojik zamanları hatırlatıyordu: uzun beyaza saç ve sakal Homeros’a, Poseidon’a, Kral Davud’a, Charlemagne’a, Büyücü Merlin’e, hatta Allah Baba’ya ait bir görünümdü.”

O dönem uzun saç ve sakal sıkça rastlanılan bir görünüm kuşkusuz. Ancak Bramly, Leonardo’nın birbirine karışan saç ve sakalının bir tür sanatsal yaratı olduğunu düşünüyor. İlginç ve düşündürücü…


5 Yitik Ülke yayımlarının sahibi Kadir Aydemir’den yayınladığı şiir kitaplarından bir seçki yapıp, göndermesini rica ettim. Kendimi biraz çağdışı saydığım için, yeniden şiirin son ürünlerini göreyim istedim. İshak Reyna’nın derlediği “Gece Uçuşları” adlı kitabı hızla bitirdim. Son derece öznel ölçülerle oluşmuş, bana kalırsa vasat bir tercihler toplamı bu kitap. Okumasam da bir kaybım olmazdı. Seçtiği birçok şairi gayet iyi biliyorum elbette. Lâkin seçki yapmak demek bir ölçü koymaktır. Ünlülerin bilinen/sevilen şiirlerini alt alta dizmiş Reyna. Az bilinenlerden kendince, sanırım pek de adil olmayan bir seçim yapmış. Sevmedim.

Kadir’in gönderdiği kitapları okuyorum. Gökçenur Ç. ilgi çekici ve çalışkan bir şair. “Issız İncir Ağacı” kendi sınırlarını da zorlayan bir kitap… Sadece şiirle ilgilenen, bunu duygu işi sanan biri için güç bir kitap. Felsefe, şiir, hatta bir yanıyla denemecilik girişimi… Şairin düşünür tarafını görmek benim hoşuma gider. Bu dönem pek çok ismin haiku yazma çabasına da bir örnek. Şairler neden bu türü seçer peki?

Sanırım artık en az söz, yalın hal ilgilendiriyor şairi. Kendi dilini kurarken, aracı istemiyor şair. Kendinden akanı tertemiz biçimde ortaya koyma çabası bu.

Denizden kalkan
bir yavru martı-güneş
bu yaz sabahı

Kitabın her bölümünü üç çekmeceli yapmış Gökçenur Ç. Bir yerden de şunu okursun mesela:

Sözlerimin kökleri aklımda, aklımın kökleri sözlerimde, açık ol, sabırlı ol, iki ol sen bana.

Ve sonra Gökçenur Ç. şöyle tamamlar:

Sahlep içmiştik, tarçın kokuyordu deniz, dudağımın kenarında öpmekle çıkmayan leke.


6 Mustafa Köz “Yıldız Değirmeni”nde haikular yazmış. O da bu güç işe soyunmuş. Çok beğendim tümünü. Girişte şöyle demiş Köz:
leonardo-nun-izinde-305532-1.
“Doğada olup bitenleri, sessizlikte çağıldayan o sessiz akışı gözlediğimi düşünürken her şeyin yalnızca biçim olduğunu da anladım. Alacakaranlıkta dolanan gölgeler, güneşten saçılan nesnelerin aydınlığı, zifiri gece bilenen bıçağın ışıltısı… Irmağın çocukluğu, göğün el yazısı kuşlar, taşın içinden geçen sabah yeli, cehennemi ışıtan ateş böceği, çölün yol sevinci, kabuğuna âşık yara, dağın ıpıssız çığlığı…

Her şey “dört mevsim” içinde kendiliğinden ve doğal, o sözcüklerin boşluğuna akıp durdu. Yalnızca gördüm ve yazdım.”

Genellikle şairin ne yaptığını tarif etmesinden hoşlanmam. Ancak Köz daha girişte şiir kuruyor ve perdeyi aralıyor. Haiku dediğimiz güç iş…

IV.
SOLUK SOLUĞA
Kan ter içinde
ikindinin bulutu
dağın ardında

V.
BOŞBOĞAZLIK
Ne de geveze
gölgesi ıhlamurun
yağmur öncesi!

XIII.
KARASAFRA
Rüzgâr da dindi
kiminle konuşacak
saat kulesi?

XI.
UYKU
Çocuk mezarı
yorgun, yetim bebecik
uyuyup kalmış
Yaprak Öz’ün “ BİR, İKİ, ÜÇ, GÖKYÜZÜ”ndeki şiirlerinden bazısını çok sevdim. Öykülemeyi seven bir şair ve anımsatmayı… “Kürkçü Han” tam da benim İstanbul anımsamalarım tadında, dilinde. Aynı kuşağın insanları olmak, benzer belleği doğuruyor. “Aşk” üstüne çok düşünmüş, yazmış Yaprak Öz. Baş aşağı etmiş kavramları, onu da sevdim. Adı bile şiir “Çaya Madlen Banan Proust” belki en güzeli okuduklarımın…
Kitabın son sayfasını çevirdim ki “En Sevilen Çiçek” çıktı karşıma…

•••

ağlama
yeniden açıyor güllerin
yeniden çiçekgillerden bir kız
yeniden çingene güneş
çığırtkan deniz
baştan başlayacaksınız hep birlikte her biriniz
hayat külhanbeyi
hayat yosmalık
sen uyma ona
arın. ve başla yeniden.
Bir gül ağacı olup.
ışılda.


7 Bir yandan ilk gençlik şiirleri arasında geziniyorum, çekmecemi ağzına dek açtım, içinde o adamı arıyorum. Öte yandan Nuriye ve Semih derdi bir yerde kanar durur ruhumda. Çaresizlik berbat bir duygu… Dönüyorum, uzun ‘adalet’ yürüyüşüne takılıyorum, yaman bir kavga özgürlük için verilen, lâkin kimle yan yana olduğun da önemli ve liberaller her şeyi kirletiyor. Kendin olarak yürümek hiç kolay değil. Güzel meyhane sofralarına sığınıyorum bazen, dostlarla birkaç kadeh içmek iyi geliyor insana… İstanbul’a özlem duyuyorum sanıyordum, meğer içinde gençliğim olan İstanbul’aymış özlem.

Leonardo’nun yaşamının peşinden giderken, belki en büyük rakibi olan Michelangelo’nun şiirine rastladım. Floransa’da şaşılacak mermer heykeller karşısında küçük dilimizi yutacak gibi oluyordum. Henüz bilim bugünün olanaklarının çok ötesindeyken, insanlığın yaratısı karşısında büyülenmemek elde değil. Tek parça mermerden, insan boyunun belki birkaç katı büyüklüğünden yontulan heykeller, görkemiyle karşımızdaydı… Sırrı varmış meğer…

“En büyük sanatçı bile, bir mermerin kendi içinde taşımadığı bir fikri üretemez”

leonardo-nun-izinde-305533-1.