Leonardo’nun iyi bir ‘okur’ olduğu eserlerinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi ‘Son Akşam Yemeği’ iyi bir okumanın ürünüdür.

Leonardo’yu anlamak

Aydın Afacan

‘Mona Lisa’ veya diğer adıyla ‘La Giaconda’, müphem gülümsemesine devam ediyor. Duchamp tarafından kartpostalına bıyık ve keçisakalı yapılmasından goril şeklinde çizilmesine, çıplak hallerinden günümüzün sosyal medya ortamında türlü kılıklarda resmedilmesine, özellikle popüler kültür alanında ‘Mona Lisa’ imgesine yönelik farklı nitelikteki saldırıları saymak bile olanaksızdır. Sanat tarihindeki deyişiyle bir tür ‘ikona kırıcı’ (ikonoklast) yoğunluğu…

‘Son Akşam Yemeği’ (La última cena), yumuşak anlatımı, denge ve simetriyi gözeten Rönesans resminden belirgin hatlar ve renk tonları arasında yoğun ışık ve gölge zıtlıkları taşıyan Barok resmine, oradan sonraki yüzyıllara ve aynı adı taşısa da bağlamın ‘uğratıldığı’ resimlere varan birçok farklı üslupla yeniden yeniden yapılmış bir tablodur. Ama Leonardo’nun eserini farklı ve daha güçlü kılan özellikleri vardır. Malûm popüler kitaptaki gibi ‘kurmaca’ bir ‘şifre’yi sormak biçiminde anlaşılmasın ama nedir Leonardo’nun sırrı? Bu sorunun Rönesans İtalya’sının birçok bakımdan verimli ve hareketli ortamından sanatçının ve sanat eserinin özelliklerine kadar birçok değişkene bağlı çeşitli karşılıkları olabilir. Aşağıda birazına değineceğim ama bu soruya verilecek her karşılık, her iyi sanat eseri karşısında olduğu gibi kendi tahminleriyle sınırlı kalacaktır. Bazı yorumların birebir karşılık bulması bu gerçeği değiştirmez. ‘Son Akşam Yemeği’ de başka iyi tablolar, şiirler ve besteler gibi her keresinde başka bir ‘hava’ ile karşımıza çıkacak ve yorumlanmaktan bıkmayacaktır. ‘Mona Lisa’nın gülümsemesi gibi, yorumlar bir yana onca saldırıyı bir yana itip o gizemli gülümsemeyi eksik etmiyor yüzünden! Sahi ‘alay konusu’ olan kim aslında?

Okur, yazar ve sanatçı

Resimden hendeseye geniş bir alana uzanan merakıyla etkin bir okuryazardır Leonardo, çizgiyle yazıyla defterler dolduran bir ‘okur’ birikimi söz konusudur. Bu defterler, çeşitli organların anatomik çizimleriyle, göğe ilişkin eskizlerle doludur. Öyle ki, bu defterlere yansıyan merak ve birikim geride az sayıda eser bırakmasına neden olmuştur. Ama uzun süren çalışmalarından dolayı tembellikle suçlansa da Leonardo’nun dehası ve güçlü eserlerinin söz konusu merakın körüklediği arayışa dayandığını vurgulamak gerekir. Onu sanat tarihindeki özgün konuma yerleştiren de budur. En küçük bir çalışmayı bile inceden inceye tasarladığı çizimlerden bellidir. Antik Romalı mimar Vitruvius’un De Architectura adlı kitabından esinlenerek yaptığı ‘Vitruvius Adamı’ çizimi buna örnektir. İnsanın yetkin güzelliğinin mimari için örnek olabileceğini düşüncesine dayanan bu yaklaşım denge ve simetri açısından Rönesans’ta etkili olmuştur. Leonardo söz konusu eskizde insanın ruhsal ve maddi bütünlüğünü geometrik şekillerle ifade eder.

Leonardo’nun iyi bir ‘okur’ olduğu eserlerinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi ‘Son Akşam Yemeği’ iyi bir okumanın ürünüdür: Tablonun sanatçının deneyciliğinden kaynaklı olanların yanı sıra zamanla aldığı ‘yara’lara rağmen yüzyılları aşan bir güce sahip oluşu, resme dramatik bir hareket kazandıran ‘an’ın iyi okunmuş olmasına da bağlıdır. Sanatçı, İncil’deki son akşam yemeğinde İsa’nın ‘ihaneti’ bildirdiği anı hem iyi okumuş hem de iyi resmetmiştir: Tabloda bu anlamda ayrıntılı olarak ele alınabilir bir hareketlilik göze çarpar. Tablonun öncekilerden farkı ve sonrakilere sağladığı esinler Leonardo resminin diğer özelliklerinin yanı sıra bu noktalarda aranmalıdır. Onu ‘Leonardo da Vinci’ yapan şey, olağanüstü yeteneğiyle birlikte sanatı üzerine düşünen bir sanatçı olmasıdır.

Leonardo ve ‘paragone’

Ressamla şair arasında Rönesans’ta iyice belirginleşen bir tür rekabet söz konusudur. Antik şairler Simonides ve Horatius’un, “Resim sessiz şiir, şiir konuşan resimdir” ve “Şiir de resim gibi…” (Ut pictura poesis…) dizelerinde dile gelen biçimiyle iki sanatı buluşturan yaklaşımlarının yerini ‘karşılaşma’ veya ‘çekişme’ (paragone) almıştır. Leonardo Resim Kitabı (Trattato della Pittura) başlığı altında toplanan yazılarında şiire saldırırken resmi abartılı ifadelerle yüceltir: Doğayı daha gerçekçi biçimde yansıttığı için resmin göz gibi ‘daha değerli bir duyuya’ hitap ettiğini, köpeklerin resimlerdeki köpeklere havladığını gördüğünü ve şiirin bunu yapamadığını söyler. Aslında büyük sanatçının bu yaklaşımının gerçeğin taklidine (mimesis) dayandığı açıktır. Gerçi dönemin Edmund Spenser gibi şairlerinde de ‘mimetik’ yaklaşımla ‘resmetmek’ öne çıkmaktadır ki bu başka bir tartışmanın konusudur. Bu noktada ilginç olan Leonardo’nun resimlerinin şiirselliğidir. Onun tabloları, bazı ‘doğalcı’ yanlarına rağmen, gerçekliğin ‘doğrudan’ yansıtılması olarak değerlendirilebilir mi? İmgelemi, resmedilen ‘an’dan öteye taşıyan yanları var çünkü: Kendine özgü gölge tekniği (sfumato) ile hatları belli belirsiz kılarak resmin gizemli atmosferini daha bir artırmıştır. Zarif, yumuşak ve şeffaf ışık etkileri ‘Mona Lisa’ başta olmak üzere eserlerinde kolaylıkla görülebilmektedir. Ayrıca ‘Erminli Genç Kadın’(Cecilia Gallerani) gibi çalışmalarının adındaki sözcük oyunlarını da anımsatmak gerekir.

‘Leonardo da Vinci’ye Saygı Sergisi’

Burada, yazının konusuyla ilgili bir sergiye değinmek, sanatçıya vefa konusunda bir hakkı teslim etmek bakımından da gereklidir. Yapımdan sergilemeye Emre Sefer, İbrahim Karaoğlu, Onay Akbaş, Durmuş Akbulut ve Sonat Alkan’ın emekleriyle oluşan ve Türkiye’den bazı sanatçı, şair ve yazarların katılımıyla gerçekleşen ‘Leonardo da Vinci’ye Saygı Sergisi’ sanatçının 500. ölüm yıldönümü olan 2019’dan günümüze bazı şehirlere konuk oldu. Sergi, 9 Şubat-9 Mart 2022 tarihlerinde Muratpaşa Belediye Başkanı Ümit Uysal’ın desteğiyle Antalya’ya konuk olacak. Bu tür etkinliklerin, sanatçıyla birlikte sanata da vefa anlamı taşıdığını, ayrıca sanat beğenisinin oluşumu ve sanatın entelektüel halesini daha geniş alana yaymak açısından önemli bir işlev yüklendiğini de anımsamak gerekiyor.

Şiir ‘paragrafı’

Bu yazıdan itibaren küçük bir ‘köşe’ deneyeceğim: Şiir ‘Paragrafı’. Bir şairin bir şiirini veya bir bölümü, bir paragraflık değinilerle birlikte sunmaya çalışacağım. Bu yazının konuğu, geçenlerde yitirdiğimiz İsmail Mert Başat’ın ‘Yoklardı’ şiiri… 68 kuşağından olan Başat politik yazılardan tiyatro oyunlarına, şiirden öyküye uzanan bir alanda değerli bir emek sarf eden bir şairdi. Etkin okuryazar birikimiyle sanat üzerine kuşatıcı, derinlikli yazılar yazdı. Başat’ın ‘Geyik ve Yolcu’ kitabında yer alan ‘Yoklardı’ şiiri, şair bireyin duyarlığı içinden Beyrut’a (‘Ortadoğu’ya) dair dokunaklı bir ‘kesit sunuyor. Dinsel gerekçelere dayalı çatışmalara sahne olan ve bu açıdan ‘Ortadoğu’ için çarpıcı bir örneklem sunan bir dönemin Beyrut’unu, bütün zamanların yarası olan kayıtsızlığa işaret ederek taşıyor şiirine; ‘bağırarak’ değil ama şiire özgü biçimde ‘dokunarak’: “tanrıları topladım, Beyrut’un göbeğinde yaktım/ kimse bakmadı, yoklardı/ delik deşikti gölgem, yollara bıraktım/ soluk alıp soluksuz baktım dağlara/ kimse gelmedi, yoklardı/ /koştum sokaklarda,/ yalnızlığın devriyelerini tokatladım,/ haykırdım,/ kimse duymadı, yoklardı/ / nereye akar tarihin kanı?/ kaç Lût, Beyrut’un altı?/ bombaların rengi neydi?/ kimse söylemedi, yoklardı”.