Leyâl

Sözcüklerin kanatlarında düşünce yolculuklarına çıkanlar bilir, bir sözcükle başlayıp kimi zaman farklı anlamlara, oradan da farklı sözcüklere açılan bir deryadadır o yolculuk. Babamın “Sözcük deyip geçmeyin bazen bir sözcük bir kapı aralar insanın önünde” deyişiyle başlayan sözcük taraması gezilerinden birinde ‘leyâl’ kelimesiyle tanıştım ben de. Geceler anlamına gelen, tınısıyla sanki gecelerin kendisi kadar büyülü bir sözcük.

Geceler çirkinlikleri örter, ıssız, gizemli, sessiz hatta kimine göre romantiktir. Ama çoğunlukla karanlığı, kötülükleri çağrıştırır. Bilinmezliklerle doludur. Ürkütücüdür. Karanlık bir ortam yaratmak ve korkuyla yönetmek isteyenler için kötülükleri teker teker kurgulamaya elverişlidir.

Gündüz Vassaf’ın ‘Geceye Övgü’ metninde yer alan şu satırlar bana artık toplum üzerinde ciddi ve ağır etkileri olacak her kararın gece yarısı kararnameleriyle tek imzayla devreye alınıyor oluşunu düşündürdü.

***

“Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır. Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de.”

***

Gece rejiminde gündüz alamadığımız nefesi gece de alamaz hale geldik. Kötülük kol geziyor. Demokratik ülkelerde tartışılarak, oylanarak yürütülen karar alma süreçleri bizde artık farklı. Gece yarıları durup dururken kadınları tecavüzcüleriyle evlendirmeyi yasallaştıranlar, kadınlar öldürülmesin diye imzalanan uluslararası İstanbul Sözleşmesi’ni hukuksuz ve keyfi şekilde fesh etmeye yeltenebiliyor.

***

Bilge Karasu 12 Mart döneminde yazıp 12 Eylül döneminde yayımladığı Gece romanında korkuyu, baskıyı, acıyı simgeleyen ‘gecenin kolaylıkla birikip doldurabileceği çukurlar’ açan “gece işçileri”ni ve onların yarattığı yıkımı, ürküntüyü anlatır.

“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmaya başlar başlamaz, her yer boza dönecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak. Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Bir tek diller bilecek, tepelerde, toprakaltı saraylarında yanan ışıkları; yalnız dil söyleyecek bu ışıkta yıkanan tek hücreli hayvanları.”

***

Bilge Karasu dil üzerinden gelecek bir aydınlanma için kutsallaştırılan, korkulan her şeyi sorgulayarak değiştirmeye muktedir oluşumuzu işaret ediyor. Bu saptama, dili kendi karanlığını kalıcı kılmak için bir araç olarak kullanan iktidarın karşısına bizim olan dille çıkarak güçlü olacağımıza olan inancımı da pekiştirdi. Kültürden, bilgiden uzak olan iktidarını yerleştirmek isterken kültürel bir birikime özenerek günlük hayatta kendisinin bile kullanmadığı afili sözcüklerle halka seslenenlerin çaresizliğini fark etmeme vesile oldu. Bir düşünün betona teslim etmek istediği gölün kıyısında “mutmayun” olan, insanların sapır sapır ölümüne sebep olacak gövde gösterileri yaptığı kongrelerin “lebaleb”liğinden haz alan yüce kişilerin yerli ve milli bir dil yerleştirerek tarihi yeniden yazabileceklerini hayal etmeleri hazin değilse nedir? Zulümleri için leyâl-i meşhureyi (mübarek geceler) fırsat bilenlere ve kendi inancını, düzenini başkasına dayatan “gece işçilerine” direnirken dayanağımızı yine Bilge Karasu’nun sözcüklerinde buluyoruz. “Bir gün gelir, sözcüklerin büyüsünden sıyrılmamız gerektiğini anlarız hepimiz. Yüce duyguların, kalıptan çıkmış düşüncelerin büyüsünü işler kılan sözcüklerin büyüsüne kapılmaktan vazgeçmemiz gerektiğini.”

***

Her sözcük bir zenginliktir. İster eski Türkçe, Osmanlıca ister argo olsun. Sözcüklerin büyüsünü, içerdiği anlamı kavrayarak yerli yerinde kullanıp, ayırdına vardığımızda karanlığı hayatımıza, yüreklerimize işleyenlere inat geceleri özgürüz. Geceyi gündüzü içimize çekebiliriz. Ben leyâl kelimesinin büyüsündeyim hâlâ. Ama Ahmet Hâşim’in dizelerinde, ya da beni geçmişin izlerinde dolaştıran, donatan edebi satırlarda yerli yerinde seviyorum bu sözcüğü. Uzundur kapkara bir kedi sahiplenmek istiyorum. İsmi de çoktandır hazır.