McQueen unutturulmaya çalışılan bir dönemi yeniden gündeme getirerek İngiltere –İrlanda ilişkisinin de yeniden sorgulanmasını…

McQueen unutturulmaya çalışılan bir dönemi yeniden gündeme getirerek İngiltere –İrlanda ilişkisinin de yeniden sorgulanmasını kışkırtıyor…

‘Açlık’ bugünün neoliberal dünyasının egemenliğini ilan ettiği 1980’lerin başında, tam olarak 1981’de geçiyor. ABD’de Reagan, Büyük Britanya’da Thatcher, Türkiye’de Kenan Evren ve Turgut Özal (cuntanın başbakan yardımcısı ve Türkiye’de neo-liberalizmin mimarı; Taraf gazetesinin kimi “ağır top” statüsündeki yazarlarının ona tapınması, onun darbeci olmadığı anlamına gelmez; o yazarların büyük iddialarına rağmen demokrasiden pek bir şey anlamadıkları anlamına gelir) ikilisi var. Büyük Britanya’da Demir Lady lakaplı Thatcher sosyal devleti yok etmeyi misyon edinmiş durumda. Falkland Savaşı da yardımına yetişiyor ve oluşan “birlik ve beraberlik ortamı”nda istediği yasaları uygulama şansını buluyor Thatcher. Solcuları ve muhaliflerini ezmeyi başarıyor.

80’LERDEKİ TÜRKİYE
Kuzey İrlanda’daki Maze hapishanesi cumhuriyetçi IRA militanlarının atıldıkları yer. IRA militanları “politik statü” talebinde bulunuyorlar. Giyinmeyi reddediyorlar, dışkılarını hücrelerinin duvarına sürerek durumlarını protesto ediyorlar. Hükümet bu talepleri reddediyor. IRA önderlerinden Bobby Sands taleplerinin karşılanması amacıyla açlık grevine başlıyor. Sonunda Sands ve 9 arkadaşı daha açlık grevinden ölüyor ama hükümet yine de politik statü vermeyi reddediyor.
1980’lerin Türkiye hapishanelerinde de açlık grevleri, tek-tip kıyafete karşı protestolar ve çok çok daha korkunç boyutlarda bir işkence vardı. Hapishaneler, Ebu-Greyb’le yeniden Batı’nın gündemine geldi. Bugünün Türkiye’sinde de F-tipi denilen insanlık dışı uygulama ve muhaliflere karşı her türlü eziyet sürüyor. Dolayısıyla “Açlık”ın anlattıkları sadece tarih değil (Batı için de).  

EVRENSEL ‘SIRA DAYAĞI’
“Açlık” üç bölümden oluşuyor. Yönetmen Steve McQueen (aynı adlı oyuncuyla sadece isim benzerliği var) ilk bölümün ırmakta serbest bir şekilde akmaya, ikinci bölümün çalkantılı sularda sürüklenmeye ve üçüncü bölümün şeleleden düşmeye benzemesini amaçlamış. İlk bölüm yeni bir mahkum ile bir gardiyan çerçevesinde hapishaneyi anlatırken, ikinci bölüm Bobby Sands ile bir rahip arasındaki konuşmayı temel alıyor. Bu konuşma 17 küsür dakikalık tek bir plandan oluşuyor ve burada Sands rahiple ölüm orucu kararını tartışıyor. Son bölüm ise Sands’in acılı ve ağır ölümünü anlatıyor.
Cannes’da “Altın Kamera” yani en iyi ilk film ödülü alan “Açlık” birçok eksiğine rağmen çok çarpıcı bir film. Filmden aklınızda çok da kavradığınız bir Bobby Sands portresi kalmıyor. Ya da Kuzey İrlanda-Britanya sorununda biraz daha ufuk sahibi olmuyoruz. Ama çarpıcı birçok görüntü kalıyor. Sıra dayağı mesela bizim hapishanelere özgü değilmiş. Batıda da “demokrasinin” gerekli hissetiğinde, bir üçüncü dünya ülkesi vahşetine yaklaşabileceğini görüyorsunuz. Bir de Thatcher’ın kan dondurucu, steril sesiyle yaptığı konuşmalar var.
McQueen unutturulmaya çalışılan bir dönemi yeniden gündeme getirerek İngiltere –İrlanda ilişkisinin de yeniden sorgulanmasını kışkırtıyor. Film hapishanedekileri yeniden hatırlatabilirse, Türkiye’nin bugünü için de önemli bir işlevi yerine getirebilir.

***
Koçun çilesi ya da Şampiyon’un ‘Sonbahar’ı
Hem güçlü ‘erkek’, hem sorumlu baba, hem de yoksul bir işçi olmanın ne demek olduğuna dair etkileyici bir film…

Şampiyon”un kahramanı profesyonel güreşçi (bizde pankreas diye bilinir bu güreş türü) Randy Robinson’ın (Mickey Rourke) bir lakabı var: “The Ram” ya da Türkçesiyle “koç”. Profesyonel güreş büyük ölçüde danışıklı bir dövüş türü olsa da bu onun tehlikesiz ya da acısız olduğu anlamına gelmiyor. Ciddi sakatlıklar ya da yaralanmalar vaka-i adiyeden. Hatta zaten kasten de yaralıyorlar güreşçiler birbirlerini ve kendilerini. Seyirci kendisi gibi acı çeken kahramanlar, kan görmek istiyor, onlar da bunu veriyorlar.

İŞLER SARPA SARIYOR
İsa nasıl çile çektiyse, işkence altında nasıl çarmıha gerildiyse ve kitleler Mel Gibson’ın “İsa’nın çilesi” filminde bu işkenceyi seyretmekten nasıl bir haz aldıysa, benzeri de bu güreşleri seyreden seyirciler için geçerli olsa gerek. Kendi, çıkışsız dünyalarında bunalan yoksullar bastırdıkları öfkelerine bir çıkış yolu buluyor olsa gerekler bu kanlı şovlarda. “Koç” Randy’de onlar için çarmıha gerdiriyor kendisini ringlerde. Ama Randy’nin yaşı artık çok geçmiş. Dergilere kapak olduğu, adına video oyunlar çıkarıldığı, oyuncaklarının satıldığı günler geride kalmış. Randy iki işte çalışmasına ve bir aile geçindirmemesine rağmen çok yoksul, ABD’nin en yoksulları arasında. Hafta içi bir süpermarketin deposunda hamallık yapıyor, hafta sonları ringlere çıkıyor. Bir kızı var ama çok uzun zamandır bağı kopmuş. Striptiz klübünde çalışan Cassidy’ye (Marisa Tomei) abayı yakmış durumda ama Cassidy işle, aşkı karıştırmayacak, sorumluluklarını, küçük oğlunu unutmayacak kadar aklı başında. Randy’yi kızıyla ilişki kurmaya yönlendiren de o.
Randy’nin hali güzelliğini yitiren bir kadın yıldızın sonu gibi. Bütün maçoluğuyla birlikte Randy’nin dünyası, bütün yatırımını güzelliğe yapan bir kadınınkinden farklı değil. Solaryumlar, saç boyatmalar, güzellik müstahzarları (bu durumda kas geliştirici haplar vb.) hayatının bir parçası. Zamanın yıpratıcılığına karşı yaptığı savaşta kazanma şansı olmadığını biliyor Randy. Kalbi de teklemeye başlıyor üstelik. Süpermarkette müdürü aşağılıyor, Cassidy yüz vermiyor, kızıyla işler sarpa sarıyor…

GUS VAN SANT ETKİLERİ
Bu hafta gösterime giren “Açlık” şüphesiz teması itibarıyla Özcan Alper’in “Sonbahar”ıyla akraba. İkisi de açlık grevleriyle, politik tutuklularla, hapislikle ilişkili. Ama “Sonbahar”la yapısı itibarıyla “Şampiyon” da çok alakalı.
Tabii ki iki filmin kahramanları arsaında çok fark var. Ama bir de şöyle bakın: İki filmin kahramanı da büyük umutlar yaşadıkları günleri geride bırakmış, gelecekten umutsuz, fiziksel olarak çökmüş hasta karakterler. İkisi de seks piyasasında çalışan bir kadına bağlanıyorlar ama kadın bir şekilde onları bırakıyor. İki kadının da bir çocuğu var. Ve iki adam da nihayetinde bir şekilde kendini ölüme bırakıyor, hastalığın zaferini kabul ediyor. Çok benzer değil mi?
Aronofsky bildik temalardan dokunaklı bir yoksulluk ve aşk öyküsü çıkarmış. Biraz Gus van Sant etkileri de taşıyan (filmin ilk birkaç dakikasında hep arkadan takip ediyoruz Randy’yi), ham bir sinema duygusu veren ama aslında konusuna yakışan bir biçimi olan bir film “Şampiyon”. Venedik’te Altın Aslan’ı alması boşuna değil. Hem güçlü “erkek”, hem sorumlu baba, hem de yoksul bir işçi olmanın ne demek olduğuna dair etkileyici bir film. Marisa ve Mickey’nin oyunculukları da çok iyi.

***
Mahşer’in dört atlısı
Amacı kaş mı yapmak yoksa göz mü çıkarmak bu filmin? Göz çıkardığı kesin…

ZavallI Dennis Quaid! Film boyunca çabalayıp duruyor ama filmin kurtarılması mümkün değil ki! Bildik klişeleri kötü bir şekilde kullanan tatasız tutsuz bir film “MDA”. Quaid hayat yorgunu bir detektifi canlandırıyor.
Karısı ölmüş, iki oğluyla yaşıyor. Mesleği birinci sırada, çocuklarıyla hiç ilgilen(e)miyor neredeyse. Sonra bir takım cinayetler işlenmeye başlıyor.
Film katilleri katil yapan nedenler var derken bir yandan da onları canavarlaştırmayı başarıyor. Üstelik bu katiller zaten ezilenlerden oluşuyor.
Yani eşcinseller, Çinli evlatlıklar (Woody Allen’a selam da mı var acaba filmde?), dövme ve piercing meraklısı altkültür üyeleri… Amacı kaş mı yapmak yoksa göz mü çıkarmak bu filmin? Göz çıkardığı kesin, sonuç olarak.