Türkiye'nin son 20 yılına damgasını vuran ne kadar klişe varsa hepsi yerle yeksan olmayı sürdürüyor. İç siyasetteki gelişmelerin yanı sıra Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliği için itiraf niteliğindeki sözleri, Suriye'den Afganistan’a göçmen sorununda Batı’nın pragmatist tavrının neticeleri vb. bunlardan belki de en görünür olanları. AKP çevresinde kümelenip Kemalizm’i geriletmenin Türkiye’ye AB kapılarını otomatik olarak açacağını, küresel kapitalizme uyumla “özgürleşmenin” madalyonun iki yüzü olduğunu, demokratik Türkiye’nin ancak ülkedeki “çevre güçlerin” istikrarlı yönetimiyle mümkün olabileceğini iddia eden kimi liberaller ise bu eskimiş klişelerinin yerine şimdilerde “yenilerini” inşa etmekle meşgul.

2002-2015 arasında en parlak zamanlarını yaşayan sol liberaller ve kimi “muhafazakâr demokratlar” bilhassa 2015’ten sonra AKP’nin kendilerini bir kenara itmesi sonucunda adeta sudan çıkmış balığa dönüverdiler. Bakanlarla uçak yolculuklarında yudumlanan içkiler, resepsiyonlarda muktedirlerle verilen samimi pozlar, iktidar çevrelerinden peşi sıra gelen konuşma davetleri, içinde bulundukları STK’lara aktarılan kaynaklar ve daha nicesi bıçak gibi kesildi. Artık iktidarın “gözdesi” olmadıklarını anladıklarında bu sefer de kendilerini muhalefete eklemleme çabasına giriştiler. Bunun için özeleştiri vs yapma gereği de duymadılar, çünkü onlara göre kendileri değil iktidar değişmişti. “Demokratik Türkiye” diye yola çıkan iktidar bir anda “derin güçler” ve milliyetçilik tarafından teslim alınıp “İttihatçı” oluvermişti.


Küme düşmüş liberaller ile küskün kimi demokratların ortak noktası, mevcut iktidara bakınca yalnızca “otoriterleşme” görmeleri. Devletin son 20 yıldaki dönüşümünün arkasındaki maddi ve ideolojik dinamikleri yadsımakta üzerlerine yok. Ne sermayenin bu süreçteki rolünü dikkate alıyorlar ne de seküler yaşam pratiklerini kuşatan İslamcı tahakkümü. Hal böyle olunca mevcut iktidarı “Kemalizm’in yeni bir versiyonu” olarak yaftalama gafletine düşüveriyorlar. Zira onlara göre AKP-MHP ittifakı eşittir “alaturka otoriterlik”, o da eşittir Kemalizm.

Nasıl daha önce “vesayetin” dışladığını varsaydıkları grupların gevşek koalisyonunu “demokrasinin zaferi” için gerekli olarak sundularsa, şimdi de AKP-MHP’nin dışında kalanları “birleştirmenin” Saray rejiminden çıkış için yeterli olacağını varsayıyorlar. Kazancını beğenmeyen patron mu iktidardan rahatsız gelsin saflara katılsın; iktidarın dışladığı bazı gerici gruplar mı var, “mağdur” kontenjanından onlar da gelsin; iktidara kızanlar içinde post-modern mandacılar da mı mevcut, onlar da eksik kalmasın… Formül aşağıya yukarı şöyle: Düzenden değil ama iktidardan rahatsız olanlar usulca kol kola girsin, tıpkı 2002’de olduğu gibi “beyaz bir sayfa” açılsın. Sonra kafamızı bir daha duvara çarpabiliriz!

Liberal aydınların fantezisi kulağa gülünç geliyor gelmesine ama tezlerinin parlamentodaki muhalefette ve “muhalif” medyada alıcısı yok değil. Aynı isimlerin bir yandan HDP’ye ama daha çok CHP-İyi Parti karar alıcılarına yönelik “akıl hocalığı” rolüne talip oldukları aşikâr. AKP’ye destek verdikleri dönemde yerden yere vurdukları siyasi özneleri “taktiksel” olarak desteklemenin meşruiyetini yine “otoriterliğe karşı demokrasi cephesi” söylemiyle inşa ediyorlar. CHP yönetimi sağa doğru açıldıkça hoşnut olmaları, AKP’den kopan partilerle ittifak yapılmasını salık vermeleri boşuna değil.

Ancak bu “biz size öğretelim” kibrinin hiç beklenmedik anlarda sınandığı oluyor. AB ile ilişkiler, sermaye karşısında alınacak tavır vs. dışında göçmen sorunu gibi akut bir meseleye dair kurumsal muhalefetin popülist motifler içeren çıkışı liberal dünyada meteor düşmesi misali bir etkiye neden olabiliyor. CHP-İyi Parti sözcüleri hatta tabanı 2002 sonrasında çok duyduğumuz bir biçimde, Batı’daki ırkçı-sağcı partilere kolayca benzetilebiliyor. Bu esnada iktidarın göçmen akınını kendi varlığı için bir şantaj haline getirdiği, Batı ile ilişkileri bu şantajın üzerine kurduğu, merkez kapitalist öznelerin bu süreçteki rolü ikinci plana atılabiliyor. Halbuki hem ırkçılığa hem de iktidarın göçmenler üzerinden yaptığı kirli hesaplara karşı çıkmak mümkün.

Muhalefete sürekli miadı dolmuş liberal tezleri pompalayan, eski AKP’lilerden “demokrasi kahramanı” yaratırken sol/sosyalist siyaseti “marjinal” olarak resmeden kimi “muhalif” özneler yeni bir hegemonya projesi peşinde. Bu doğrultuda muhalefetin iç yapısını dizayn etmeye hevesliler. Sol/sosyalist siyaset bu durumda ne yapmalı sorusu ise güncelliğini koruyor. Sosyalistler, asıl önceliğin Saray rejimini geriletmek olduğunu es geçmeden ve de iktidarın ekmeğine yağ sürecek hamleler yapmadan liberal öznelerle ideolojik mücadelesini sürdürmenin yolunu bulmalı. Bu da ancak kamuculuğu bugüne uyarlamış, laikliği gerçek bir mücadele alanı olarak benimsemiş, toplumsal barışı emek ekseninde tanımlamış bir sol fikriyat ile mümkün.