İslamcılar 1990’lı yılların başında kendi aralarında iktidar stratejileri çerçevesinde üçe ayrılmıştı. Bir grup, İslam devletinin ancak silahlı mücadele ile kurulabileceğini ileri sürüyordu. Sansasyonel eylemlerle kitlelerin ilgisini İslamcı harekete çekme arzusundaydılar; hedeflerinde genellikle Kemalist aydınlar vardı. Ancak İslamcılar arasında silahlı mücadele fikri hegemonik değildi. İkinci grup mevcut anayasal rejimin belirlediği şartlarda, İslamcı bir partinin iktidarı ele geçirmesi marifetiyle İslam devletinin kurulabileceğini düşünüyordu. Buna göre parti, düzene karşı öfkeyi İslami hedeflere uygun bir biçimde örgütleyecek, kitleleri politikleştirecek ve seçim başarısı kazanacaktı. Hükümeti kurduktan sonra da adım adım devleti dönüştürecek ve ona İslami bir renk verecekti.

1990’ların Milli Görüş’ü bu stratejiyi benimsemiş, yerel yönetimlerde güç biriktirerek iktidara gelmeyi hedeflemişti. Üçüncü grup ise hem silahlı mücadeleye hem de partiyi kaldıraç olarak gören yaklaşımlara mesafeliydi. Onlara göre “laik statüko” partileri kıskaca almıştı ve bunu kabul eden hiçbir parti İslam toplumu inşa edemezdi. Asıl dönüşüm “sivil alanda” olmalı, uzun süre demlenmeli ve günü geldiğinde topyekun değişim için kitleler harekete geçmeliydi.

1990’ların ilk yarısında Refah Partisi (RP) oylarını arttırırken “tabandan İslami değişim” diyenlerin bir bölümü de kendini “particilik” eğilimlerine kaptırmıştı. 28 Şubat kırılması ise İslamcı hareketin iktidar stratejilerini büyük ölçüde değiştirdi. Açık İslamcı söyleme sahip bir partiyle tek başına iktidarda durmanın kolay olmadığı fikri kabul gördü. AKP’yi oluşturacak kadro yola bu gerçeği idrak ederek çıkmıştı. “Laik statüko” demeyi bırakmışlar onun yerine liberallerin “ceberut devlet” söylemini benimsemişlerdi. Devleti eleştirme özgürlüğü yalnızca taktiksel olarak savunuluyordu ve “reform” rüzgarlarının estiği 2000’lerin ilk yıllarında İslamcılar, otoriter bürokrasiyle özdeşleştirdikleri devleti eleştirmekten geri durmuyordu.

12 Eylül referandumundan sonra devletin ve toplumun İslamcı dönüşümü için vites arttırıldığında iktidar mahfillerinde “devlet eleştirileri” gözle görülür bir biçimde azalmaya başladı. Bu “değişime” İslamcılara destek veren liberaller bir anlam veremiyordu, o nedenle de kabahati iktidarda değil de “devletçi” muhalefette aramayı sürdürüyorlardı. 15 Temmuz sonrasında, AKP çevresinde devleti ve bürokrasiyi eleştiren kimse kalmadı. Daha önce ağzı dolu dolu ceberut devlet diyenler, Saray rejiminin yönettiği devlete methiyeler düzmeye başladı. “Laik statüko” yıkıldığına göre devletin eleştirilecek bir yanı kalmamıştı. Liberaller ve iktidara muhalif bir çizgiye kayan kimi muhafazakârlar ise İslamcıların bu tavrını “MHP faktörü” ile açıklama gayretine devam ediyorlar. O yüzden de burunlarının dibindeki gerçeği göremiyorlar.

AKP Grup Başkanvekili Zengin’in çıplak arama ile ilgili söylediklerine kimi liberallerin “hayret etmesi” bundan. Daha önce “bu hanımefendi böyle değildi ne oldu” diye soranlara verilmesi gereken cevap bunun izahatının sanıldığı gibi kişisel tutum değişikliğiyle ilgili olmadığı, bizatihi devletin İslamcı-otoriter fethiyle ilgili olduğudur. Dünün “devlet geniş kitleleri mağdur etti” diyenleri, bugünün devletini pirüpak bir biçimde görmekte ve göstermektedir. Suçsuz yere hapis yatan siyasi mahkumlara, gazetecilere, aydınlara rahatlıkla sırtını dönebilmektedir.

CB başdanışmanı Uçum’un, uzun süredir Saray rejiminin propaganda aygıtı olarak İletişim Başkanlığı’nı ve dolayısıyla Altun’u savunmak için söylediği sözler de basit bir “atanmışı savunma” işi değildir. “İletişim Başkanlığı’na hesap sormak devlete hesap sormaktır” minvalindeki sözler doğrudan devletin bir “Saray devleti” haline getirilmek istenmesinin sonucudur. Kurumu savunur gibi yapıp Saray rejimini savunmaktır. Üstelik tüm vatandaşların vergisiyle faaliyet gösteren o kurumun muhalefet partilerini, parti liderlerini ve seçmenlerini hedef almasını onaylamaktır. Bu haliyle de Başdanışman’a has bir tutum olmanın ötesinde, iktidara içkin bir yönetim stratejisidir.

İktidarın devlet – rejim hattında yaptığı taktiksel hamleler, CB’nin “çift şapkalı” konumundan güç almaktadır. Erdoğan “başarıların” tümünü Cumhur İttifakı’na, özelde AKP Genel Başkanı olarak partisine tahvil etmekte, bir başka deyişle şahsında ve siyasetinde somutlamaktadır. Başarısızlıklar karşısında ise CB şapkasıyla var olan durumun sorumluluğunu anonimleştirmekte ve soyut bir düzleme çekmektedir. Muhalefet bu tuzağa düşmediğinde ise Saray rejiminin ayarları bozulmaktadır. Gare operasyonu sonrasında muhalefetin hesap sorması sonrasında iktidar cenahındaki kontrolsüz hırçınlık bu türden bir örnektir. Düzen muhalefeti benzer bir sorgulama/hesap sorma kararlılığını kendi devlet tanımı ve algısı nedeniyle muhtemeldir ki sürekli kılamaz. Ancak devlet ve rejim eleştirileri üzerine en az yarım asırdır kafa yoran sol/sosyalist siyaset bu konuda pusula olma işlevi görmeli, kendi analizlerini de derinleştirmelidir.