11 Eylül baskını Libya’nın geleceği açısından adeta bir dönüm noktası oldu. ABD’de Obama, o zamana kadar “ılımlı” saydığı Müslüman Kardeşler’i listeden çıkarıyor ve Esad’a karşı askeri operasyondan da vazgeçiyordu. İşte Erdoğan ve AKP çevrelerinde Obama düşmanlığı tam da bu tarihte filizlenmeye başladı. Libya’da ise 2012 seçimlerinin vaatleri kâğıt üzerinde kalıyor ve yeni bir anarşi dönemi başlıyordu. 2014 seçimleri bu ülkede istikrarsızlığı daha da artırdı.

Libya iç savaşında taraf olmak…

Türkiye, Libya’ya asker gönderecek mi? Suriye’den sonra, Libya iç savaşında da taraf olacak mı? Eğer olursa, sanırım bu olay 2020 yılını en çok belirleyecek gelişmelerden biri, belki de en önemlisi olacak.

Aslında Libya sekiz yıl önce, Arap Baharı ile sarsılmaya ve bu ülkeyle ilişkilerimiz de kökten değişmeye başlamıştı.

Oysa daha önce Türkiye, Libya ile dostane ilişkiler içindeydi. Hatta Erdoğan, Kaddafi’den “İnsan Hakları Ödülü” alıyor ve yaptığı teşekkür konuşmasında da (26 Kasım 2010) “Bizim çığlığımız insanlık içindir, insanlık adınadır” diyordu. Oysa bu konuşmadan yirmi gün sonra farklı bir çığlık da Tunus’tan geldi. İşsiz bir genç umutsuzluk içinde kendini ateşe vermişti; izleyen günlerde de bu ateş dalga dalga bütün bölgeye yayıldı.

***

Libya’da halk, Tunus’tan iki ay sonra, 17 Şubat 2011’de ayaklandı ve direniş hızla bütün ülkeyi sardı. Ortada kaotik bir durum vardı; rejim güçleri kontrolü kaybedince ortaya aralarında mezhep, aşiret ve çıkar kavgası yapan bir sürü grup çıkmıştı. Bu durumda Kaddafi karşıtı politikacılar, bilim adamları, eski subaylar, iş adamları ve aşiret reisleri Bingazi’de toplanarak durumu görüşmeye başladılar. “Ulusal Geçici Konsey” (UGK) adı altında yapılan toplantılara, rejimle yolunu isyandan birkaç gün önce ayırmış olan eski Adalet Bakanı Mustafa Abdül Celil başkanlık etmişti. Zaten Konsey’de en aktif olanlar da Kaddafi’nin eski adamlarıydı.

***

UGK “devrimin siyasal yüzü” idi ve özgür bir seçim düzenleyerek ülkede hukuk devletine geçişi sağlamakla yükümlüydü. 5 Mart 2011’de bir de “yürütme organı” kuruluyor ve başına da Mahmud Cibril getiriliyordu. ABD’de siyaset bilimi doktorası yapmış olan Cibril de Kaddafi döneminin gözde politikacılarındandı. Ülkesine döndükten sonra hızla yükselmiş ve 2007 ile 2011 arasındaki liberalleşme politikasını “Ulusal Planlama Başkanı” olarak uygulamıştı. Ayaklanmadan sonra ise Konsey’in “başbakanı” olarak Nicolas Sarkozy ile görüşmeler yapıyor ve 10 Mart 2011’de, Fransa, UGK’yı “Libya’nın tek meşru temsilcisi” olarak tanıyordu.

Aslında UGK’nın Kaddafi ordusuna direnecek gücü yoktu ve gözler emperyal güçlere çevrilmişti. Onlar da duyarsız kalmadılar: Libya zengin bir petrol ülkesiydi; Libyalılara bırakılamayacak kadar önemliydi! Tek sorun Zevahiri kurtarmaktı; bunun için de “müdahale” Birleşmiş Milletler kararı ile yapılmalıydı.

***

Güvenlik Konseyi’nde karar 17 Mart 2011’de alındı. Libya Havaalanı rejim uçaklarına yasaklanıyor ve “sivil halkın korunması amacıyla her türlü önlemin alınmasına” yeşil ışık yakılıyordu. İki gün sonra da NATO uçakları Libya’yı bombalamaya başladılar. Artık komuta ABD’ye geçmişti; izleyen haftalarda ABD uçakları 14 binden fazla “sorti” yaparak, 716’sı da Trablus’ta olmak üzere en az üç bin hedefi vurdular. (The Guardian, 22 Mayıs, 2011). Geçici “barış” sağlanmıştı; 2012 seçimleri bu ortamda yapıldı.

***

Peki, bütün bu gelişmeler sırasında Türkiye’nin tavrı ne oldu?

Aslında beklenmedik “Arap Baharı” ile Türkiye’de iktidar iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan “demokratik” bir ülke olarak halkın taleplerine sahip çıkmaya çalışıyor, fakat öte yandan da mevcut iktidarlarla arasını bozmamak istiyordu. O sırada bölgede çok sayıda Türk müteahhidi faaliyet halindeydi ve sadece Libya’da 30 bin kadar Türk işçisi çalışıyordu. Bu durumda Erdoğan, ilk aşamada Kaddafi ile direnişçiler arasında aracılığa talip oldu. Batılı bir gazeteye yaptığı açıklamaya göre kendisi defalarca Kaddafi ile telefon görüşmesi yapmış, daha sonra da Dışişleri Bakanı Bingazi’deki muhalefetle sıkı temas kurmuştu. (The Guardian, 27 Mart 2011). Bu sıfatla ateşkes sağlanmasında arabulucu olabilirdi.

Ne var ki ok yaydan çıkmıştı. Gerek Kaddafi, gerekse direnişçiler koşulsuz destek peşindeydiler ve bunun aksini de ikiyüzlülük ve ihanet olarak görüyorlardı. Nitekim izleyen günlerde Kaddafi ile ilişkiler kopuyor, muhalefet de Bingazi’de Türk Konsolosluğu'nu basarak ayaklanmayı “iç savaş” sayan AKP politikasını kınıyordu. (Milliyet, 7 Nisan 2011).

Oysa AKP’nin başka bir hesabı daha vardı ve Mısır’da olduğu gibi Libya’da da Müslüman Kardeşler’e (İhvan) oynayabilirdi. Gerçekten de rejimin çöküşüyle Libya’da İhvan canlanmış ve iktidar boşluğunu doldurmak için harekete geçmişti.

libya-ic-savasinda-taraf-olmak-670860-1.
“Meşru Hükümet”i temsil eden Fayiz es-Serrac, “demokrasi” etiketi altında İhvan ve diğer
İslamcı güçlere dayanıyordu. Bağımsız hareket eden Hafter gibi güçlü bir ordusu yoktu;
destek daha çok dışarıdan, özellikle de Türkiye ve Katar’dan geliyordu. Asıl çatışma Serrac ile
Hafter arasındaydı ve Türkiye Serrac’ı “Hafter haydutundan” kurtarmaya çalışıyordu.

***

“Arap Baharı”ndan önceki dönemde bölgedeki tüm dikta rejimleri (Mübarek, Esad, Kaddafi, Bin Ali vb) Müslüman Kardeşler’i terörist sayarak ezmişti. Yer altına itilmiş olan hareketin artık tek başına iktidara gelme şansı olası değildi. Oysa Ankara’da İhvan’a sempati duyan İslamcı bir iktidar vardı ve AKP kurucularından birçoğu ünlü İhvan düşünürlerini okumuş, onlardan etkilenmişti. Daha sonra da İhvan’la -bugün için karanlıkta kalan- bağlar kurmuşlardı. Buna karşılık, Arap Baharı'yla çöken iktidarlara almaşık oluşturma çabasındaki İhvancılar da “Adalet ve Kalkınma Partisi”ni örnek aldılar. İhvan’ın anavatanı Mısır’da kurulan “Özgürlük ve Adalet Partisi”, Tunus’ta Ennahda, Fas’ta “Adalet ve Kalkınma Partisi” bu yolu izledi. Aynı şekilde Libya’da da “Adalet ve Kuruluş Partisi” (Hizb’al Adala va’l Bina) kurulmuştu. Böylece Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri giderek değişiyor, AKP iktidarının ilk yıllarında Arap dünyasına laik bir demokrasi örneği olurken, on yıl sonra İslamcılara ilham kaynağı olmaya başlıyordu.

Aslında Mısırlı Seyyid Kutup, Tunuslu Raşid Gannuşi ve Libyalı Ali Sallabi gibi eserleri Türkçeye çevrilmiş ilahiyatçılara sahip İhvancıların din ve şeriat konularında AKP’den öğreneceği bir şey yoktu. Bu alanda alıcı olmaktan çok vericiydiler. Buna karşılık İhvancılar AKP’den siyasi taktik dersleri alıyor, fincancı katırlarını ürkütmeden iktidara gelmenin yollarını arıyorlardı. Oysa bu umutlar da izleyen dönemde birer birer söndü. Libya için dönüşüm yılı 2012 oldu ve bu yıl Libya halkı için kader belirleyici olaylarla geçti.

***

Libya’da ilk demokratik seçimler 7 Temmuz 2012’de BM gözetimi altında yapıldı. Seçim kanununa göre seçmenler 80’i parti listelerinden, 120’si de bağımsız olmak üzere 200 vekil seçeceklerdi. Seçime çok sayıda parti katıldı, fakat iktidar kavgası daha çok iki parti arasında oldu. Bunlardan Ulusal Güçler Birliği adı altında seçime katılan Mahmud Cibril’in partisi oyların yüzde 48’ini alıyor, Muhammed Sovan’ın İhvan’ı da yüzde 10 oyla onu izliyordu.

İhvan, büyük bir düş kırıklığı yaşamıştı, fakat koltukların çoğu bağımsızlar arasında paylaşılmıştı; onlar arasında çok sayıda İhvancı vardı. Üstelik ülkede İhvan’dan daha radikal bir sürü İslamcı milis de bulunuyordu. Bunlar şiddet yanlısıydı ve daha 2012’nin ilk ayında harekete geçerek UGK’nın Bingazi’deki karargâhını basmışlardı. Üstelik terör eylemleri seçimden sonra daha da arttı. Anlamlı şekilde “11 Eylül”de de Bingazi’deki ABD Konsolosluğu basılıyor ve Büyükelçi Chris Steven de dahil dört kişi öldürülüyordu.

11 Eylül baskını Libya’nın geleceği açısından adeta bir dönüm noktası oldu. ABD’de Obama, o zamana kadar “ılımlı” saydığı Müslüman Kardeşler’i listeden çıkarıyor ve Esad’a karşı askeri operasyondan da vazgeçiyordu. İşte Erdoğan ve AKP çevrelerinde Obama düşmanlığı tam da bu tarihte filizlenmeye başladı. Libya’da ise 2012 seçimlerinin vaatleri kâğıt üzerinde kalıyor ve yeni bir anarşi dönemi başlıyordu. 2014 seçimleri bu ülkede istikrarsızlığı daha da artırdı.

***

2014 seçimleri, 25 Haziran’da son derece antidemokratik koşullar altında yapıldı. Katılım oranı çok düşük olmuş (yüzde 18), yer yer çatışmalar çıkmış ve hile iddiaları ileri sürülmüştü. 2012’den farklı olarak sadece bağımsız adayların katıldığı bu seçimde büyük çoğunluğu liberal ve milliyetçi adaylar kazandı. Oysa sadece otuz vekil çıkarabilen İslamcı adaylar bu sonucu kabul etmiyor ve meclisi basarak UGK’nin göreve devam edeceğini ilan ediyordu. Operasyon, Fecr-i Libya (Libya Şafağı) adı altında İhvan’ı ve bazı seküler grupları içeren bir koalisyona bağlı güçler tarafından gerçekleştirildi. Şafakçılar genellikle İslamcıydı ve İslam’ın demokrasiyle bağdaşacağı tezini savunuyorlardı. Muhalif vekiller ise kaçarak Tobruk’a sığındı ve BM desteğiyle çalışmaya başladı. Böylece Trablus (Ulusal Kongre) ve Tobruk’ta (Temsilciler Meclisi) meşruiyetleri tartışmalı iki yönetim ortaya çıktı.

Trablus hükümeti varlığını Fecr-i Libya darbesine borçluydu ve yönetimde İslamcı gruplar ağır basmaya başladı. Ayrıca ülkede İslam Devleti (IŞİD) de ortaya çıkmış ve terör estirmeye başlamıştı. Şubat 2015’te bazı Mısır vatandaşları da terör kurbanları arasına girince Mısır harekete geçerek IŞİD hedeflerini bombaladı. Yine de hareket güçlenmeye devam ediyor ve bölgedeki gözlemcilerden birinin yazdığı gibi, “artık IŞİD son aylardaki eylemleriyle, içerde ve dışarda Libya’nın geleceği konusunda merkezi bir rol oynamaya” başlıyordu. (NY Times, 20 Şubat 2015).

***

İslamcı güçlere karşı içerden en büyük direniş General Hafter ve askerlerinden geldi. Hafter’in de karışık ve tutarsız bir geçmişi vardı. Sovyet Rusya Askeri Akademisi'nde okumuş, Kaddafi’nin krallığa karşı darbesine katılmış ve Libya-Çad Savaşı’nda esir düştükten sonra da CIA ile anlaşarak Kaddafi ile yollarını ayırmış ve ABD’ye yerleşmişti. 2011 ayaklanmasıyla da ülkesine döndü ve direnişçilere katıldı. ABD makamlarına göre Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra kendisine destek kesilmiş ve ABD’den bağımsız hareket etmeye başlamıştı. İç savaşta “Ulusal Ordu Komutanı” olarak önce Tobruk Temsilciler Meclisi adına, sonra da bağımsız olarak savaştı. Genellikle seküler çevreler, petrol sektöründe yer alan bazı zengin Libyalılar ve petrol pazarına girmeye çalışan bazı Batılı şirketler tarafından destekleniyordu. (The Guardian, 22 Mayıs, 2014). En büyük siyasi destek de Rusya’dan geliyordu. Tutarsız geçmişinde tek tutarlı taraf, seküler zihniyeti ve İslamcı akımlara şiddetle karşı olmasıydı.

***

Libya’da 2015 yılı iç çatışmalar, BM Libya misyonu ve Genel Sekreterin özel temsilcisinin Trablus ve Tobruk hükümetleri arasında bir uzlaşma sağlama çabalarıyla geçti. Ve 2015 sonunda da (17 Aralık) anlaşmaya varıldı. Anlaşmayla Libya Başkanlık Konseyi ile Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) kuruluyor ve başbakanlığa da Fayiz esSerrac getiriliyordu. Ne var ki genel meclisteki Trablus ve Tobruk grupları arasındaki husumet giderilemedi; aksine giderek arttı. Bu haliyle, anlaşma, “sanki Avrupalı devletlerin baskısıyla, IŞİD ve ona bağlı silahlı güçlere karşı Batı müdahalesini sağlamak üzere alelacele yapılmış” gibiydi. (P. Haimzadeh; Le Monde Diplomatique; Şubat, 2016).

2016 yazında Trablus grubu Genel Meclis’in meşruiyetini tanımayarak çekiliyor, buna rağmen Meclis ve UMH, Birleşmiş Milletlerin tanıdığı meşruluk şemsiyesi altında görevine devam ediyordu. Libya yine fiilen bölünmüş, ülkede iç savaş yeniden canlanmıştı. “Meşru Hükümet”i temsil eden Fayiz es-Serrac, “demokrasi” etiketi altında İhvan ve diğer İslamcı güçlere dayanıyordu. Bağımsız hareket eden Hafter gibi güçlü bir ordusu yoktu; destek daha çok dışarıdan, özellikle de Türkiye ve Katar’dan geliyordu. Asıl çatışma Serrac ile Hafter arasındaydı ve Türkiye Serrac’ı “Hafter haydutundan” kurtarmaya çalışıyordu.

Fayiz es-Serrac geniş topraklara sahip zengin bir aileden geliyordu. Babası krallık döneminde bakanlık yapmış, kendisi de Kaddafi döneminde İskân Bakanlığında çalışmıştı. Mimarlık okumuştu, inşaatçıydı ve bu yönüyle de AKP felsefesine uygun bir profil sergiliyordu. Doktriner bir İhvancı olmasa da İhvan’la işbirliği yapması ve inşaatçı kariyeri herhalde AKP’nin ona önce silah göndermesi, sonra da asker göndermeye kalkışması için yeterli olmuştu. Yoksa Suriye’de BM tarafından meşru tanınan Esad rejimini katil ve gayrimeşru sayan bir iktidarın, Trablus’taki varla yok arasındaki hükümeti “meşru” saymasının ne anlamı olabilirdi? Oysa Erdoğan ısrarlıydı; tezkere Meclis’ten geçti; gereği yapılacaktı. Ve böylece sekiz yıl önce başlayan “Arap Baharı”nın Türkiye’deki bilançosu da şekilleniyordu. Sekiz yıl önce Suriye iç savaşında taraf olarak Şam’da namaz kılmayı düşleyenler, evlerine dört milyon civarında Suriyeli sığınmacı ile dönmüşlerdi. Eğer Libya iç savaşına taraf olunursa, bunun getirileri de ilerde görülecekti. Oysa bunların hiç de hayırlı olmayacağı şimdiden belliydi!

cukurda-defineci-avi-540867-1.