Devrimin 60. yılında Kübalı vekillerin Türkiye’nin üç büyük kentinde Fidel Castro ve devrimi anlatacakları haberini BirGün’de okurken gözümün önüne geldi. Doğrudan Castro’nun çağrısıyla yüzlerce sosyalist 1999 yılında küreselleşmeyi tartışmak üzere Havana’da toplanmıştık.

Castro, uzun konuşmalar yapıyor, konuşmadığı zamanlarda sahnede kurmaylarıyla birlikte yüzü katılımcılara dönük oturuyor, notlar alıyor, zaman zaman da geriye doğru kaykılıp, kestiriyordu. Bu kaçamaklar uzadığında, yanında oturan 40’lı yaşlardaki Ekonomi Bakanı, hiç de kibar olmayan bir biçimde Castro’nun böğrüne şöyle bir dirsek konduruyor, devrimin lideri de hiç bir şey olmamış gibi doğrulup, notlar almaya devam ediyordu.

Şaşırdığımızı hatırlıyorum; hani yanında Che otursa ve o dirseği atsa neyse, işte orada kırk yaşlarında bir adam, devrimin efsane liderinin böğrüne öyle fazlaca da saklamadan çalışıyordu! Nasıl şaşırmayalım, var mı bu ülkede uyuyan başkanına dirsek atacak cesarette bir bakan ya da vekil?

Var mı diye sorunca bu tür yakınlıklar açısından aklıma gelen Atatürk, İnönü ilişkisidir. Ne kadar sorunlu olursa olsun, aralarındaki ilişkinin bugün göremediğimiz türden olduğundan hiç kuşkum yok. Bütün çabalara rağmen, son ana kadar karşılıklı bir kollama ve güvenin olduğunu, birçok durumda İnönü’nün, Atatürk’e hata yaptırılmasını önlemek adına gerekirse sert çıkışlar yaptığını biliyoruz. Aklımda kalan en çarpıcı örnek, şehirci olmam nedeniyle olsa gerek, Çiftlik’in Hazine’ye devri olayıdır.

Atatürk’ün etrafını çevreleyen bazı dalkavuklar, AOÇ’nin hazineye devri karşılığında Atatürk’e bir ödeme yapılması gerektiğini savunur ve bu yönde de bir mesafe alırlar. İnönü, bu duruma gösterdiği sert tepkiyi anılarında şöyle anlatır;

“Yugoslavya’dan dönüşümde AOÇ’nin ziraat vekâleti tarafından satın alınması meselesinin Ankara kulislerinde konuşulduğunu öğrendim. Ben de Atatürk’e çiftliği yetiştirmek için çok uğraştığını ama hükümetin de bir örnek göstermek için gösterdiği gayreti kolaylaştırmak üzere çok emek sarf ettiğini, büyük ölçüde hükümet yardımı ile hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri hazineye satmanın doğru olmayacağını söyledim. Ve Atatürk’e: Ne olacak, bunu alacaklar bir gün! Yolunu devlet yapar, suyunu devlet getirir, ağacını devlet diker, sonra eser meydana gelince bunu değerlendirir, satarsın. Özel bir maldır diye yürür gider, bırakmazlar. Hepimiz gideriz gitmeyiz ama ondan sonra bunu alırlar. Atatürk de bana: ne yapalım, vereyim öyleyse, nereye vereyim, dedi. Ben de o zaman hazineye ver doğrudan doğruya, dedim.”

Atatürk’ün sağlığının da bozulduğu bir dönemde İnönü, Atatürk adına bu hatanın yapılmasına izin vermez. Bugün AOÇ’nin hüzünlü hikâyesi bu müdahalenin ne kadar önemli ve tarihi olduğunu göstermiyor mu? Ama konumuz açısından asıl soru şu; bugün Cumhurbaşkanı’nın etrafında AOÇ için uyarı yapabilecek, “hata yapıyoruz” diyebilecek yakınlıkta kimse var mı?

Günümüz siyasetçisinin dramı büyük ölçüde bu yalnızlıkta yatıyor. Baktığım yerden o yalnızlığı sadece iktidar cephesinde görmüyorum. Siyasetin bütününe sirayet eden ve güvensizlikten beslenen yalnızlıklar yaşanıyor.

Castro ve Atatürk örneklerinin gösterdiği temel bir gerçek var; liderlikler tarihsel bir deneyim ve projenin parçası olarak damıtılarak ortaya çıktığında sahne önünde bir lider görünse bile, etrafında lidere gerektiğinde dirsek atacak, gerektiğinde sert uyarılar yapacak güven verici kadrolar da oluyor.

Eğer yoksa öyle bir proje, deneyim ve mücadeleden doğan güven; bir dirsekle bir düşmanlık, uyarı bir tehdit algısı haline geliyor. Liderlikler de zaten suya yazıp, başlamadan bitiyor.