Geçen hafta sonu Türkiye’nin en üst futbol liginde 25. hafta geride kaldı. Yapılan yatırıma, çıkarılan gürültüye kıyasla içler acısı durumda olan “futbolumuz” kelimenin tam anlamıyla iki İstanbul derbisini daha atlattı.

Konuyla ilgili uzmanlık taslamak şöyle dursun, sadece futbol oyununun kendisini çok seven bir çocuk olarak yazacağım yazının geri kalanını. Taraftar olarak da değil, basit bir izleyici olarak. Zaten eğer adam akıllı yorumlar okumak isterseniz, Uğur Meleke, Bağış Erten, Mehmet Demirkol, Atilla Gökçe, Kanat Atkaya, Tanıl Bora gibi akil adamların gerek güncel yazıları gerekse geçmişten bugüne yazdıkları rahatlıkla ulaşılabilir durumda, internet sağ olsun.

Öncelikle ligin puan durumu çok enteresan. Üç büyükler art arda sıralanıyor, birer puan farkla. Bu performans, üçünün toplam puanı hesaba katıldığında son 20 senenin en iyisi. Süper.

Seyirci ortalamaları da çok enteresan. Galatasaray’In yeni stadının açılışındaki ıslık korosuna,  Fenerbahçe taraftarının Ali İsmail Korkmaz’ı hiç unutmamasına, ve tabii her daim muhalif Çarşı’nın “darbecilikle” suçlanmaya yol açan aktivizmine bir tepki olarak dünyaya gelen Passolig sistemi ile geçen yıl 216.596 olan haftalık seyirci sayısı bu yıl 133.180’e düşmüş durumda. Bu da süper. (Bir fikir vermesi açısından, bu yıl Almanya Birinci Ligi’nin seyirci ortalaması 774.971).

Uluslararası müsabakalarda da son yıllarda durum pek parlak değil. Diğer alanlardaki içe kapanma eğilimi, nadir istisnalar dışında futbolda da devam ediyor. Bunun futbol ekonomisine yansımaları da büyük oluyor. Zaten Türkiye’de futbol ekonomisi, ekonomi ya da futbol normlarından çok Türkiye’nin hallerine yakın niteliklere sahip.

Fakat bir yandan da dünya dönmeye devam ediyor. Dünya Kupası, Şampiyonlar Ligi, La Liga, internetin yaygınlığı derken giderek daha fazla sayıda futbolsever kendini kandırılmış hissediyor ve hem tuttuğu takımla, hem de ülkenin futbol ortamıyla arasına mesafe girmeye başlıyor. Milli takım taraftarlığı bile bu resme dahil. Birbirine silah çeken oyuncular, ülke dışına çıkar çıkmaz yeteneklerini gerçek anlamda gösteren yıldızlar derken çok laf az iş üreten futbol dünyamız giderek fakirleşiyor, ligin kalitesi düşüyor.

İşte bütün bunlar yaşanırken, geçtiğimiz hafta önce Recep Tayyip Erdoğan stadında Kasımpaşa ile Galatasaray, sonra da Şükrü Saracoğlu stadında Fenerbahçe ve Beşiktaş karşı karşıya geldi. Her iki maçta da gerçekten heyecan verici şeyler oldu. Önce Kasımpaşa 2-0 öne geçti, ikinci devrede ise Galatasaray 3 gol atarak maçı kazandı. Orta sahaların izinde olduğu, gollü ama kalitesiz bir maçtı. Dramatik öğelerin ağır bastığı bir 90 dakikaydı. Sonra haftanın esas olayı olan Fenerbahçe-Beşiktaş maçında da heyecan verici şeyler oldu.

Bir süredir taraftarla arası iyi olmayan Nijeryalı forvet Emenike bir pozisyon sonrası formasını çıkararak kendini oyundan çıkarmak istedi. Taraftar haklı olarak daha da büyük tepki gösterdi. Hemen ardından Fenerbahçe kaptanı Beşiktaş teknik direktörünün üstüne yürüdü. Beşiktaş’ın kalecisi bir pozisyonda topa uçarak kafa atarken sakatlandı. Yerine giren genç ve umut vadeden kaleci Günay da maç sonu göz yaşlarına hakim olamadı. Maçın tek golü, uzatma dakikalarında, taraftarın israrlı tezahüratının ardından oyuna giren Sow’dan geldi.

Her iki maçta da oyun kalitesi pek öyle övünülecek seviyede değildi. Ama neyse ki, “dramatik” öğeler hiç eksik olmuyor ve “ligimiz” konuşulmaya devam ediyor. Hani neredeyse, bir parça güzel oyun için her şeye rağmen stada giden taraftarlar hariç, yöneticisinden futbolcusuna futbolun bütün aktörlerinin rol aldığı, futbol dünyasındaki başarısını başka alanlarda da tekrar etmeye yeminli bir rejisör tarafından yönetilen çok heyecanlı bir film izliyor gibi hissedecek oluyoruz bazen.

Derken hatırlıyoruz ki “futbolumuz” emin ellerde; ve böyle saçma sapan düşüncelerle vakit kaybetmeden oyunun keyfini çıkarıyoruz. Süper.