Limon ağacı

Nalan Arman

Üstüme doğru dürüst bir şeyler geçirmeye çalışırken annem şaşkınlıkla yüzüme bakıyor; saçlarımı ensemde sımsıkı topladığım sırada “Nereye gidiyorsun?” diyor. Sesi endişeli. “Dükkanı açacağım” diyorum. “Kaç haftadır beklediğim birkaç koli gelecekti.”

Ciddi miyim, anlamaya çalışıyor. Kapıya yöneliyorum, peşimden yürüyor. Odalara, banyoya, mutfağa girip çıkıyorum, o da ardım sıra arşınlıyor evin her köşesini. İstese aramızdaki mesafeyi bir adımda kapatır, yapmıyor ama; yere basmaktan ürküyor sanki, adımları sessiz.

“Kızım, ben sana üç beş kuruş destek olurum, korkma.” diyor, “Aç, açık kalmaz hiç kimse.”

“Kalır, anne, kalır.” diyorum, “Ama parayla ilgisi yok bunun, dükkanda müşterilerle zaman geçirmek iyi gelecek bana.”

“İnsanlar başın sağ olsuna gelir kızım, seni sorarlar; onca zahmetle hazırladıkları yiyecek içeceği yüklenirler bir de, ne derim onlara?”

İçimde bir şeyler patlıyor birden “Bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor, bunu o yaşlı kafana sok!” diye bağırmak istiyorum. Annemin bakışlarını görünce ağzıma gelenleri yutuyorum; boğazımı, gırtlağımı yaralaya bereleye aşağıya iniyor hepsi.

Aydın’la çekildiğimiz fotoğrafa takılıyor gözüm. Konsolda duruyor; yanında yöresinde dergiler, kitaplar. Birkaç gün önce birlikte okumuştuk Tahin-Pekmez Günleri’ni. Saygısızlığa katlanamayan Şükran Hanım’ı tartışmıştık; kızmalı mı acımalı mıydık ona, bilememiştik. Fotoğrafı görmek istemiyorum, başımı çeviriyorum hemen. Annem kaldırsa onu iyi olacak, bilmediğim bir yere saklasın ama.

Dükkandayım. Dış kapıda durup içeriyi seyrediyorum bir süre. . Dükkanı ikiye bölen dar, uzun masanın iki ucunda üst üste dizilmiş kitaplar var. Aydın’la yazarların üslubu ve cinsiyetleri arasındaki ilişkiyi konuşmuştuk geçende; sonra da seçtiğimiz kitaplardan birkaç sayfa okumuştuk. O nedenle Calvino, Ishiguro, Carver, Burhan Sönmez kitapları bir köşede; Maron, Duncker, Murdoch, Tomris Uyar, Rodoreda kitapları diğerinde duruyor. Ben, Iris Murdoch’la Duncker’in cinsiyetsiz yazdığını söylemiştim; Aydın da Carver’la Ishiguro’nun. Bir de Bilge Karasu’ya bakacaktık, zaman yetmedi; Göçmüş Kediler Bahçesi rafta kaldı. Bu raflara az emek vermedik biz. Karşılıklı iki duvarı kaplayan ahşap raflara günlerce kitap dizmiş, bazılarını ikinci el kitaplara ayırmıştık. Çoğunun birincileri bizim ellerimizdi, yıllarca okuyup biriktirdiklerimiz.

Mutfağa açılan kapıdan bir ışık sızıyor sanki. Lambayı söndürmeyi mi unutmuşuz? Hayır, yanılmışım. Lambalar söndürülmüş, çeşmeler kapatılmış; bütün güvenlik önlemleri alınmış tabii.

İç kapının yanı başına zar zor sığdırdığımız masanın arkasında yan yana iki sandalye duruyor. Biri benim, biri Aydın’ın. Fırsat yaratırsak sohbetlerimiz buradadır; okuyup yazacaksak da burayı mesken tutarız, giriş kapısının tam karşısındadır çünkü. Masada her şey yerli yerinde. Düzenlidir Aydın, çıkmadan mutlaka etrafa bir göz gezdirir.

Sipariş ettikleri kitapları almaya hem de sıcak çayımızı, kahvemizi içip limonumuzu şenlendirmeye dostlarımız gelir kimi zaman. O günlerde ufarak avluya sadece birimiz çıkabiliriz. Bu sohbet toplaşmalarının ne zaman dışında kalsam aklım mutlaka avludadır. Bozulduğumu sezdirmemek için yüzüme yapışan tebessümle dolaşırım ortalıkta.

Mutfak olarak kullandığımız küçücük bir bölmeden geçip avluya çıkacağım. Durup bardak bardak su içiyorum. Ne kadar zamandır bir şey yemedim, farkında değilim; ama içim yanıyor sürekli. İçtiğim suyun haddi hesabı yok. Aydın’la içtiğimiz kahvenin fincanları tezgahta. Acelemiz vardı, yıkayamadık.

Kitap kolilerini teslim aldım, Peter Handke’nin Kısa Mektup Uzun Veda’sı da çıktı içinden. Uzun zamandır yeni baskısını bekliyorduk. Taze evliliğimizin içinden, çöken bir ilişkiye bakacaktık, geceleri sürdürdüğümüz ortak okumalarımızda. Claire Keegan’ın Foster’i de kolideydi, yeni çevrilmiş.

Fincanları yıkamaya elim varmıyor; mutfaktaki tabureye oturup aralık kapıdan avluya bakıyorum. Büyükçe toprak saksıda güdük kalmış limon ağacı… Kim bilir kaç kez çiçek döktü, yaprağına emici böceklerin şekerli salgısı musallat oldu. Şimdi yeniden silkiniyor. Tek meyvesi sararmaya başlamış ama büyüyememiş, kabiliyeti içinde saklı kalmış. Her şey kendi toprağında yeşerirdi değil mi? İnsanın işi, sevdiği, dünyası birbirine karışınca böyle oluyor.

Kolilerdeki kitapları raflara dizerken birkaç kitap alıcısı geliyor, ne tuhaf, satış yapıyorum ben. Kitapları kağıt çantalara koyup onlara veriyorum; uzattıkları parayı alıyorum, kasadaki yerlerine bırakıyorum. Yüzümde bir ifade var mı, bilmiyorum. Bir iki kişi daha geliyor, aynı şeyler devam ediyor.

Bir ara kimse gelip gitmez oluyor, oturuyorum, kalkıyorum ne yapacağımı bilemez bir halde dolaşıyorum. Toz almaya karar veriyorum. O ucu püsküllü çubuk neredeydi, hatırlamaya çalışıyorum. Sonra mutfaktaki tezgahın altından kaptığım gibi çubuğu, son sürat oraya buraya saldırıyorum.

O anda kapı açılıyor, gözleri kıpkırmızı insanlar giriyor içeriye. Sisli bir bulanıklık içinde görüyorum onları. Şişmiş, kızarmış gözler üstüme üstüme gelirken,canım başımız sağ olsun, diyen birisini duyuyorum, gözlerim kararıyor.