Yıl 1995. Yolum Paris’e düştü. 1980 zulmünden canını zor kurtarmış bir kardeşimin yanında kalıyorum. Gündüzleri Sorbon, akşamüzeri Pompidou Kültür Merkezi. Gece yarısına kadar Fransızca. Geceyarısı Chatelet’de son RER’i beklerdim, soğuk ve karanlık metro durağında.  Yaşlı ve çok zayıf, uzun pembe burunlu bir adam hep aynı köşede Charlie Hebdo satardı. Bir dergi alır, evde Ermeni bakkaldan aldığı beyaz peynir ve rakıyla beni bekleyen arkadaşıma doğru yola çıkardım. Yol boyu, yarım Fransızcamla karikatürlerin balonlarındaki konuşmaları çözmeye çalışırdım...

Linç

Yıl 1970. Ortaokula kayıt zamanı. Fotoğraf hariç evrakların hepsi tamam. Fotoğrafı da cuma günü Foto Selahattin’de çektireceğim. 

Cuma günü kasabanın pazarıdır. Ayhan, Kışla, Genezin, Göynük ve Sarılar’ın  köylüleri Avanos’a gelirler. Kasabada tam bir bayram havası.  Ayakkabı, triko, kazak ve elbise kamyonetleri, köfteciler, çakı, çakmak, ustura bıçak tezgâhları; tavşan niyetçileri, Şahmeran göstereceğim diyerek etrafına topladığı kalabalığa leke çıkarıcı satan masum işportacılar, oğlu ırmakta boğulmuş annenin destanını satan kör destancı, hepsi pazarda…

Küfeler dolusu üzüm, domates, patlıcan ve insanın içini ferahlatan bir salatalık kokusu. Karpuzcular kamyonetten aşağıya atarken karpuzlarını, mahsus yere düşürürler; kan kırmızı karpuzlar söze ihtiyaç bırakmayan bir reklam cıngılı gibi asılı kalır havada…

Babam elinde bir telli dosyayla giriyor gazozhaneye. “Önlüğü çıkart, yanıma gel” diyor. Foto Selahattin’e gideceğiz! Selahattin, uzun boylu, kemikli, pek konuşmayan, enteresan bir adam. İçeri girdiğimizde kafası siyah bir örtünün içinde, eliyle bir şeyler yapıyor. Bir ara kafasını kaldırıp babamın elindeki telli dosyaya bakıyor ve bir şey söylemeden çekmeceden kirli bir kravat çıkartıp uzatıyor. Kravatı gömleğime geçirip tabureye oturuyorum. Yanıma gelerek kafamı dikkatlice düzeltiyor. Öylece tutuyorum kafamı, hiç nefes almadan. Elbet bir bildiği var adamın. “Tamam” diyor, “kıpırdama sakın.” Büyülü bir an. Işık patlıyor.  “Pazartesi gel al” diyor.

Pazartesi erkenden kapısındayım. Çok geçmeden geliyor ve hiç orada değilmişim gibi bir havayla giriyor içeriye.  Çekmeceden önce fotoğrafın arabını çıkartıyor ve bir kenara ayırıyor. Sonra diğerlerini ince uzun bir makasla kesip yerleştiriyor tuhaf, yarım bir zarfın içine. Arabı verirken, “Fotoğrafın aslı budur. Tekrar lazım olduğunda arapla gel, ondan çoğaltırız artık” diyor. Araptan çoğaltmak nasıl bir şey ki?

Fotoğrafın aslı bir yana adamın aslına bir akşam, sinemada seyrettiğim bir filmde rastladım. Arap Kadir! 1994 yılında Beyoğlu’nda, duvarında  “bir daha kimseden asla borç istemeyeceğim” yazılı küçük evinde tek başına yaşarken, sobadan çıkan yangınla ölen Bilge Olgaç’ın bir filmiydi seyrettiğim,  “Linç.” Kerim Korcan’ın gerçek bir olaydan esinlenen eseri. Filmin sonunda, Demir Karahan’ın oynadığı Arap Kadir, mahkûmlar tarafından odunlarla, bıçaklarla dövülerek katledilir.  Cezaevinde mazlumun yanında duran, zalimin, başefendinin, müdürün oyununu bozan Arap, linç edilir. 

Sinemadan çıktığımda, tüm iyi film seyredenlerin akıbetine uğramış ve bir daha eskisi gibi olamayacağımı anlayarak gitmiştim eve. Arap’ın, cezaevinin havalandırmasına bin bir tezgâhla gönderilip pusuya düşürüldüğünde gardiyanın, “Allah’ını seven vursun, ne bulursanız vurun,  mükâfatınız hazır” diye bağıran sesini, 8 Ocak 1996 tarihinde İstanbul Eyüp’teki bir Kapalı Spor Salonu’nda tekrar duydum. 

 

Metin...

Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe, 8 Ocak 1996 günü Ümraniye Cezaevi’nde öldürülen Rıza Boybaş ve Orhan Özen’in cenazesini izlemek üzere muhabir arkadaşlarıyla birlikte Alibeyköy’e gitmişti. Polis, cenazenin olduğu bölgeye barikat kurdu. Sarı basın kartı olmadığı için Göktepe’nin haberi izlemesine izin verilmedi. İçeri girmek için ısrar edince gözaltına alındı ve yüzlerce kişiyle birlikte Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü…

“Bu gazeteciymiş, özel muamele yapın, iyi vurun” diyordu polisler. Metin Göktepe’yi saatlerce dövdüler. “Yeter artık, gözlerim görmüyor” demesine aldırmadan Metin’i linç ettiler ve  cansız bedenini “duvardan düştü” diyerek oradaki bir büfenin kenarına attılar. Metin’den on yedi yıl sonra, acımasızca vurulan sopa ve odunlara dayanamayıp, “artık yeter, ölüyorum” diyen Ali İsmail’e yaptıkları gibi…

1980-84 yıllarının Diyarbakır Cezaevi’nden, “insan soyunun hiç bir zaman buradaki gibi bir zulüm yaşamadığı yer” olarak söz edilir.  Diyarbakır cehennemini yaşayanların en çok şaşırdıkları şey ise, sadece askerliklerini yapmak için orada bulunan ve bir süre sonra köyüne, kasabasına dönecek olan gencecik erlerin nasıl inanılmaz bir heves ve iştahla ve çoğu zaman hiçbir emir almaksızın mahkûmlara saldırmaları olmuştu. “O erler tümüyle insanlıktan çıkmış, kurt köpekleri gibi olmuşlardı. Eğitilmiş kurt köpekleri gibiydiler” diye tarif ediyor Tarık Ziya Ekinci, erlerin linç psikolojisini!

 

Hrant...

Yıl 1984… Mecburi hizmet yılları. Artık maaşa geçmişim. Geçmiş zaman ne kadar alıyorum bilmiyorum, lakin yine de altı delinen ayakkabıma gizli pençe yaptırıyorum. Kasaba meydanında kadim bir bedestan var. Sağlık memurunun tavsiye ettiği bir ayakkabı tamircisine gidiyorum. Ali usta alıyor, bakıyor ayakkabılara ve atıyor bir köşeye. Bir hafta sonra almaya gittiğimde ayakkabımı tanıyamıyorum, ilk aldığım gün gibi, öylesine sağlam bir iş. Dayanamayıp soruyorum: 

“Bir ayakkabı, nasıl bu kadar iyi tamir edilebilir?”

“Ben Ermeni bir ustanın yanında yetiştim, onun çırağıydım. Ondan öğrendim mesleğimi” diyor ayakkabıcı. Biraz sustuktan sonra da ekliyor, “Bu dükkân da onundu zaten.”

“Ne oldu sonra ustana?” der gibi bakıyorum yüzüne…

Hikâyenin sonunu biliyordum aslında. Yıllarca birlikte ekmek yiyip su içtikleri komşularına, arkadaşlarına, ustalarına, “topraklarımızda gözünüz var” diyerek saldırmış, evlerinden barklarından etmiş, onları ölüm yolculuklarına sürmüşlerdi.

“Doğru söylüyorsunuz, bizim bu topraklarda gözümüz var, ama koparıp götürmek için değil, ta dibine gömülmek için” diyen gazeteci Hrant Dink ise toplumsal bir linçin seçip görevlendirdiği bir el tarafından katledildi. Hrant’ın dedelerini, ninelerini dükkânından, evinden, ailesinden koparan linç kültürü, yüz yıl sonra bu kez Hrant’ı koymuştu hedefine…

 

Charlie Hebdo

Aradan yıllar geçti. Yıl 1995. Yolum Paris’e düştü. 1980 zulmünden canını zor kurtarmış bir kardeşimin yanında kalıyorum. Gündüzleri Sorbon, akşamüzeri Pompidou Kültür Merkezi. Gece yarısına kadar Fransızca. Geceyarısı Chatelet’de son RER’i beklerdim, soğuk ve karanlık metro durağında.  Yaşlı ve çok zayıf, uzun pembe burunlu bir adam, muhtemelen eski bir alkolik hep aynı köşede Charlie Hebdo satardı. Bir dergi alır, evde Ermeni bakkaldan aldığı beyaz peynir ve rakıyla beni bekleyen arkadaşıma doğru yola çıkardım. Yol boyu, yarım Fransızcamla karikatürlerin balonlarındaki konuşmaları çözmeye çalışırdım. Muhtemelen o yıllarda da Charlie Hebdo’ya karikatürler çizen ve “Kriz umurumda değil. Bir şey yaptığımı da zannetmeyin, hiçbir önlem almıyorum. Ben karikatür yaparım ve gülerim; o kadar” diyen 80 yaşındaki G. Wolinski ve 9 gazeteci arkadaşı bir başka linç kültürünün eli silahlı temsilcileri tarafından katledildi.

Fadime annenin rüyasıyla bitirelim en iyisi: “Geçen rüyamda gördüm Metin’i. Yüzünü görmedim ama, arkası dönük. Çok büyük yüksek bir ağacın tepesinde. Bir tarafında sebze var, elma var, mandalina, portakal var. Sepetlere Metin doldurmuş, kızlar da alıyor. Diyorum ki, ‘Metin bak, topladıklarını kızlar alıyor!’ O da, ‘anne, onlar bizim arkadaşlar. Bir şey deme tamam mı?’

‘Yok!’ diyorum, ‘oğlum, bir şey demiyorum.’ Uyandım, bir ağladım…’’