“Deli dedikleri etrafında neler döndüğünü çözmeye başlamış bir insandır, hepsi bu.” W. S. Burrougs.

Linç nedir? Bir insanı fikirlerinden, varoluşundan ve hatta duruşundan ötürü “yok edilmesine” karar vermektir. Bir değil çok da olabilir, mesela Sivas’ta böyleydi, keza Charlie Hebdo’da böyleydi. Ama varoluşlarıyla kimi insanlar için yok edilecekler listesine alınmışlardı, her ikisinde de öldürme biçimi vahşiceydi ve zerre kadar asil bir dövüş olmadan öldürüldüler.

Türkiye’de, Paris’te insanları katletmeyi “Adalet yerini buldu” diye öfkeli bir söylemle karşılayanlar var. Kimi kendini liberal, açık fikirli, medeni olarak görüyor. Hatta kendilerini “hoşgörü dini İslam’a bağlı” olduğunu iddia edenleri var. İnançlı bir düşünür olan Pascal’ın sözünü dinleyelim:

Pascal: “Men never do evil so cheerfully and so completely as when they do so from religious conviction.” Yanisi “insan dini bir hükümden ya da dinsel bir inançtan yola çıkarak bir fiili yaptığındaki kadar, bir kötülüğü ya da şeytansı bir eylemi bu denli neşeli ve son aşamasına kadar asla yapmaz.”

Dinlerin bir bağnazlığa şiddetli bir biçimde dönüşme potansiyeli ve saldırı için çıkış noktası olması, tarihin her aşamasında vardır. Hatta bu konuda örnek ve komik durum Hıristiyanlıktan verilebilir:

3. yüzyılda Hıristiyanlık içinde 3 farklı mezhep çıkmıştı, sonuçta birbirlerine neler yapmadılar ki? Oysa Hıristiyanlık barış ve affetme üzerine kurulu bir dindi.

İslamiyet’in tarihine baktığımızda, şiddet daha din dünyevileşirken, dünyada vücut bulma sürecini yaşarken oldu. Bu anlamda dinler önce baskı gören, inanılmaz cefalarla yerleşen, ama güçlendikçe ve iktidara taşındıkça bu kez bizzat baskı kaynağına dönüşen bir tarihe sahipler. İşin aslı iktidar kimseye yaramıyor, iktidar bozuyor ve yok etme sürecinin dinler de dahil bütün örgütlere, bütün ideolojilere baskın bir tonu, rengi var:

Yok ederken, ideolojiler, inançlar ve fikirler, ilk önce aslına ihanet ediyor. Yok etme aslında insanın Tanrı’ya isyanıdır ve özünde bir şirk eylemini çağrıştırıyor. Şirk yalnızca İslam’da değil, Hıristiyanlıkta da büyük günahtır: Yok etmek aslına ihanet etmektir. Ve yok eden kişi kendini güçlü, daha iyi, daha muktedir hissetmez, tam aksine kişioğlu/kişikızını tarifsiz vicdan azabı bekler. Yok eden, huzuru bulmaz, kendini kaybeder. Bundan kurtulma çabası bu işi kamusallaştırmaya yol açar.

Yok etme törenleri giderek toplumsallaşmış, ritüelleşmiş, kamusallaşmış, alenileşmiştir. Yok eden kişi büyük vicdan azabından korunmak ya da günahının vebalini toplumsallaştırmak için, onlar da günahkâr diyerek (yok etme eylemine fiili ya da seyirci olarak katılanlar) rahatlamak için bu işi törenselleştirmektedir. Bu tip ritüeller nadiren kişiselleşir ve büyük oranda yok etme biçimi daha çok bilindikçe, hatta günümüzün hastalığı olarak medyatikleştikçe, yok eden rahatlar. Bu da özünde bir hastalıktır. Yok eden kendini kahraman hissetmez, aksine günahkâr, aciz, iğrenç hisseder. Dolayısıyla kurtulmak için, işi Tanrı’ya, inanca bağlamak, öldürülen mi? O da Firavundur: Zavallıca bir düşünce.

Gerçekten yok etme eylemlerine katılanların çoğu, ruhen yaralıdır ve acizlerdir, ekseriyetle de toplum dışına sürüklenmiştir. Kendilerine haksızlık yapıldığını düşünürler, önemli bir bölümü de yok etme eyleminden sonra da toplumun içine girmek ister, topluma dönüş yapabilmek, kabul edebilmek ister. Çağdaş toplum, tarihten getirdikleri ve içinde bulundukları toplumun insanı aşağılayan mekanizmaları aracılığıyla kendi katillerini üretir. Çağdaş toplum haksızlık yaptıkları, dışladıkları, ötekileştirdikleri içinden kimilerini katiller haline getirmek için çok güçlü araçlara sahiptirler. Linç ötekileştirilen ya da içinde yaşadığı toplumun kurallarıyla baş edemeyen zavallıların, dünyaya uyum göstermek için, o toplumu bilinciyle eleştiren iyi insanlara karşı saldırısıdır. Nedense linç edilen insanlar büyük oranda o toplumun masum ve yetenekli insanları oluyor, daha önemlisi linç edilen insanların büyük bölümü, içinde yaşadıkları toplumu analiz eden ve o toplumun dışladığı insanlara sahip çıkan insanlar oluyor.