Linç nedir? Karşıdaki insanın varoluşuna kastetmek.

Yani onun varlığından rahatsız olmak, onun benliğine saldırmak.

Bu anlamda Türkiye de daha önce de bu satırlarda yazdığım gibi bir linç dönemine girmiştir, geçmişte çok farklı insanlar üzerinde ve farklı kesimler tarafından, özellikle “vurun, PKK’lı bu” diyerek yapılan toplumsal pratiklerimiz olmuştu. Türkiye’de bizim insanımız kendince çözülemez sorunları olan ve bu nedenle tepkisini kime yönelteceğini bilemeyen insanların psikolojisine sahip. Bu nedenle pek çok sosyal edim, aslında tek bir durumun çözümü için kullanılıyor: LİNÇ ETMEK.

Nasıl mı?

Tarihte gezinirsek Kızıldere olayı, Denizlerin hakkındaki idam kararının mecliste onaylanması, aynı şekilde 1990’ların başında ev baskınları ve yerinde infazlar, 2000’lerde halkın bizzat katılımıyla olan çeşitli alevlenmeler ve belirli hedeflere yönelen baskınlar… bunların hepsi siyasal linçlerdir.

İnsanların çoğunu şaşırtan ama benim emin olduğum bir olgu da: KADIN CİNAYETLERİ, bu cinayetler büyük oranda linç vakalarıdır.

Türkiye’de millet bir özgürleşme değil, sınırların sürekli olarak daraldığı ve insanların kendilerini çıkışsız hissettikleri bir esirleştirme sürecinden geçiyor, sosyal ilişkiler bir bütün olarak dönüşüyor, farklılaşıyor ve geleneksel toplumun emir ve yasakları gitgide topluma zorla dayatılıyor.

Dikkat edilirse, özellikle Kürt Savaşı olmak üzere, Türkiye’de doğrudan gözyaşları sel olup aktı biçiminde ve bizzat televizyonlardaki yayınlarda toplumsal olarak insanları biçare hissettiren ve hedefi netleşmemiş, bir bilgiye dayanmayan ve sınırsız bir iğrenme duygusu yaşatan ve öfkeyi bilinçsiz bir şekilde bileyen yayınlarda sürekli bir artış var.

Medya demek Türkiye’de iktidar demektir, bu anlamda iktidar bizzat medya aracılığı ile, toplumun vicdanına ve ezberlerine doğrudan müdahale ediyor ve onu belirli kanallara yöneltiyor. Örneğin, futbol maçlarında on binlerce kişinin sinkaf sloganları atması, bugünkü linç törenleri için kitlesel bir zemin hazırlama sürecinde arkasında bizzat iktidarın bulunduğu toplu eylemlerden birisidir.

Aslında ve esasında LİNÇ sinirleri yıpranmış toplumun çıkışsızlık içindeki öfke patlamasıdır. Ama Türkiye özelinde düşündüğümüz zaman, bu LİNÇ PSİKOLOJİSİNİN ardında başka bir şey var, bunu da dünya genelindeki diğer linçlerden ayıran farklılaştıran bir yapıya götürüyor.

Bazıları şaşıracak ama ben kuvvetle hissediyorum ki LİNÇLER İKİYE AYRILIR: BATILI VE DOĞULU olmak üzere, bir farklılık var.

Batılı toplumlarda linç psikolojisinin ortadan kalktığı ve linç vakalarının artık tarihin karanlık sayfalarında kaldığı düşüncesi saçmadır, bizzat Amerika’da mesela zencilerin polisler tarafından öldürülmesi, bu linç vakalarına iğrenç bir örnektir. Neyse onların analizine girmeyelim, ama batılı toplumlarda linç psikolojisi, örneğin Sarkozy bakan iken ortaya çıkan banliyölerdeki isyanda görülebileceği gibi, canlıdır, aynı şekilde Londra’da benzeri bir durum ortaya çıkmıştı. Dediğim gibi Batı’yı bir kenara bırakalım, biz kendi derdimize yanalım.

Türkiye, Batılı mı Doğulu mu derken, bu tartışmalar sürüp gidiyor, ama özellikle 1980 sonrasında Türkiye’de modernizasyon ve Batı’ya karşı ciddi bir tepki toplumun bağrında iktidar tarafından örgütleniyordu. Toplumun ezberlediği yerleşikmiş gibi duran doğrular yeniden tanımlanıyor ve bir bütün olarak toplum kendi yaşamının en tipik olgularını reddeden, onları günahkâr olarak gören, kökü dışarıda ve asli yapımıza aykırı edimler olarak nitelendiriliyordu. Günümüzde bizim toplumumuz büyük oranda “sürüleşiyor”, kendi asli sorunlarını tartışmıyor, bunların yerine son derece afaki konular üzerinden aptalca meseleler üzerinden ayrışmalar yaşıyor.

Türkiye’de örneğin geçmişteki başbakanımızın konuşmaları, hiddeti, tepkisi ve gösterdiği hedefler incelenirse, aslında toplumun nasıl linç psikolojisine hazırlandığı net olarak görülebilir. Bugün ise bu psikoloji hazırmış, toplum bunu kabul etmiş gibi görünüyor ve çekinmeden tepkilerini alenen duyuruyorlar. Örneğin Akit benzeri gazeteler tamamen toplumsal linç eylemleri için bir hazırlık yapılmak üzere kurulmuştur.