Boğaziçi Film Festivali’ndeki konuşması nedeniyle lince maruz kalan Özcan Alper, ödülünü geri verdiğini açıkladı. BirGün’e konuşan Alper, “Ülkedeki politik atmosfer o kadar sert ki bazen filmlerin önüne geçebiliyor” dedi.

Lince maruz kalan yönetmen Özcan Alper BirGün'e konuştu: Ülkenin çıkmazları filmleri kapatıyor
Özcan Alper, Boğaziçi Film Festivali’nde aldığı ödülü tutuklanan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı’ya ithaf etmişti.

Işıl ÇALIŞKAN

Karanlık Gece filmi ile bu yılki festivallere damga vuran yönetmen Özcan Alper, Antalya Altın Portakal, Ankara Film Festivali ve Boğaziçi Film Festivali’nden ödüllerle döndü. Boğaziçi Film Festivali’nde yaptığı ödül konuşması nedeniyle lince uğrayan Alper, festival komitesine tepkisini ödülünü geri vererek gösterdi. Linç ve kötülük üzerine çektiği filmin üzerine lince uğramasını şaşkınlıkla karşıladığını belirten Alper, “Orada bir fikir beyan etmenin bile ne kadar tahammülsüzlüğe dönüştüğünü gördük. Ülkedeki atmosferin ne kadar sertleştiğinin bir kanıtı oldu. Ödülleri jürinin kararına saygı duymakla beraber geri vermeyi doğru buldum. Ama bu süreçte festival ekibindeki istifalar çok önemliydi” ifadelerini kullandı.

Alper ile yeni filmini ve Boğaziçi Film Festivali’nde yaşadığı linç sürecini konuştuk.

Karanlık Gece’yi izledikten sonra günümüzdeki karanlık atmosfere dair bir umutsuzluk hâsıl oluyor. Bu sizin düşüncelerinizin dışavurumu mu? Karanlığın aydınlığı yok mu?

Filmin hikâyesine bir kötülük meselesi olarak bakınca içinde bulunduğumuz politik ruh haliyle de ilgili. Böyle bakınca bir karanlık atmosfer hâkim filme evet. Ama aslında bütün sanatlarda olduğu gibi biz sanatçılar olarak her zaman bütün bu karanlıklara rağmen iyinin, güzelin, doğrunun ve her şeye rağmen hakikatin ortaya çıkmasını diliyoruz. Karanlığın içindeki aydınlık kısım ise filmin bir hakikat arayışı olması ve tüm ana karakterin baskılara rağmen bu arayışından vazgeçmemesi. Esas aydınlık da bu bence.

İyilerin kazandığı bir dünya mümkün mü?

İyiliğin ve doğruluğun peşinde olanların kazanması tabii ki mümkün. Bunu diliyoruz.

ERİLLİĞİ SORGULUYOR

Cinsel kimliği nedeniyle yargılanan bir karakter de var filmde. Son dönemde LGBTİ+’lara artan baskılara bir tepki olarak değerlendirilebilir mi?

Bu mesele son birkaç yılımıza damga vurdu. İnanılmaz bir nefret suçu işleniyor. Filmde aslında doğrudan LGBTİ+’dan ziyade bir homofobi meselesi var diyebiliriz. Bu kadar çok sert bir tahakküm iktidarı kurulduğu bir dönem, bu iktidar kendini doğrudan erkeklik kodları üzerinden büyütüyor. Film daha çok bu erkeklik ve erilliği sorguluyor.

Murat Uyrukulak ile muhteşem bir uyum yakalamışsınız. Siz bu birlikteliği nasıl anlatırsınız?

Murat edebiyatçı olarak çok sevdiğim bir yazardı. Sonrasında bir proje üzerine beraber çalışma olanağı bulduk. Aramızda bir arkadaşlık, dostluk gelişti. Uzun soluklu projelerde birbirini çok iyi anlaman gerekiyor. Senaryo sürecinde 1, 1 buçuk yıla yakın süre beraber çalıştık. Ben hikâyeyi yazdıktan sonra gitmiştim ona. Hikâyenin içeriğinden dolayı da çok uygun biriydi. Çok da büyük katkısı oldu. Murat olmasaydı bu film olmazdı.

Linç kültürünü işlediğiniz bir filmin ardından Boğaziçi Film Festivali’nde yaptığınız konuşmanın ardından bir linç olayı yaşadınız. Bu size neler hissettirdi?

Ne kadar yazsanız çizseniz de hep başkalarının başına geliyor gibi düşünüyorsunuz. Ülkedeki politik atmosfer o kadar sert ki bazen yazdığınız filmlerin önüne geçebiliyor. Bu çok tuhaf bir şey. Türkiye’deki bu son 10 yıla bakarsak her alanda çok büyük bir gerilim var. Politikada da bir çıkmaz var. Aslında daha çok var olan krizi fırsata çevirme üzerinden bir siyaset yürütülüyor. Muhalefet cephesinde de alternatif bir siyaset çıkamıyor. Bir darboğaz var. Bunu kötü anlamda kullanan bir iktidar var maalesef. Biz de yazıp çizerken daha çok yaşanan adaletsizlikler ve hakikat arayışlarına ve gerçek hikâyeler üzerinden Türkiye’nin son yüzyılına baktık. 10 yıl önce yaşanan bir linç olayıyla bugün yaşanan arasındaki farkı gözlemlemiş olduk aslında. Sosyal medyanın kontrolsüz bir lincin yaratması için korkunç bir alan olduğunu ben de gözlemlemiş oldum.

Fotoğraflar: BirGünFotoğraflar: BirGün

İSTİFALAR DEĞERLİ

Boğaziçi Film Festivali’ne tavrınızı ödülünüzü geri vererek koydunuz.

Orada bir fikir beyan etmenin bile ne kadar tahammülsüzlüğe dönüştüğünü gördük. Ülkedeki atmosferin ne kadar sertleştiğinin bir kanıtı oldu. Ödülleri jürinin kararına saygı duymakla beraber geri vermeyi doğru buldum. Ama bu süreçte festival ekibindeki istifalar çok önemliydi. Türkiye’de bir sürü sansür, oto sansür mevzuları oluyor festivallerde. Ama kimse açıkça çıkıp bir sorumluluk hissetmemişti. Bu nedenle böyle bir ülkede bu istifaların gerçekleşmesini çok değerli buluyorum. Bu tavra da sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Bu festivalin önümüzdeki yıllarda kendini devam ettirebileceğini de düşünmüyorum zaten.

Artık gerçekten herkes tavrını sinema sektöründe daha net belli ediyor. Altın Portakal Film Festivali’nde de bunun bir örneğine rastladık aslında. Bunun öneminden bahsedelim mi?

Bu festivallerden sonra, “Festivaller politik konuşma yerleri olur mu?” tartışmaları başladı. Ülkede adalet arayışıyla ilgili sesini duyuramama, hak hukuk meselesiyle ilgili karşılık bulamama ya da basının üzerindeki baskılardan da yola çıkarak bakarsak insanların kendilerini farklı yerlerde ifade etmeye çalışmalarını anlamalıyız. Bu çok normal bir şey. İnsanlar kendilerini başka türlü ifade etme olanağı bulamıyor demek ki. Sanatçılar tabii ki politik olur. Bu şimdi ve buraya özgü bir şey değil ayrıca. Tüm zamanlar boyunca böyle olmuştur.

Antalya Altın Portakal, Ankara Film Festivali ve Boğaziçi Film Festivali’nden ödül alınız. Sanatta yarışma fikrine nasıl bakıyorsunuz?

Özellikle sinemada yarışma fikri çok öne çıkan bir şey. Ödüller belki daha başka bir türlü motivasyon yaratıyor. Ama bazen yarışmada olmanın kendisi de ödül olabiliyor. Ben mesela Van Gogh seviyorumdur bir başkası Dali’yi seviyordur. Ama bu birinin daha iyi olduğunu kanıtlamaz. Böyle bakmak gerekiyor aslında. Ödül aldığınızda da seviniyorsunuz tabii. Türkiye’de bizimkiler gibi film yapmak için kamu fonları çok az. Böyle olunca sadece Kültür Bakanlığı kalıyor. Bir kamu kurumu gibi davranması gereken TRT zaten çok az filme destek veriyor. Aslında hepimize ait bir kamu televizyonu olmasına rağmen son 10 yıldır biliyoruz ki böyle kullanılmıyor.

O yüzden kamu fonları da olmayınca festivaller bu tarz filmleri de aynı zamanda finans olarak desteklemiş oluyor. Bunun iyi ve kötü tarafları var aslında. Hem festivallerin daha çok özerkleşmesi bir taraftan da aslında sinema için çok daha farklı kaynakların yaratılması gerekiyor. Bunu da alternatif olarak belediyelerin ve farklı kamu kuruluşlarının da bu tarz bir şey yaratması gerekiyor. Mesela İzmir Büyükşehir Belediyesi sinema ofisi kurdu. Bu doğru bir adım. Türkiye’de sinema ve sanat alanında farklı fonların yaratılması gerekiyor. Türkiye’deki siyasetteki tek merkezcilik mevzusu ve bu bağlamda özerklik meselesine politik mevzulardan dolayı çok farklı bakıldığı için bunlar çok fazla tartışılamıyor. Bu nedenle İzmir’de Diyarbakır’da, Van’da, Mardin’de ya da Samsun ve Trabzon gibi büyükşehirlerde de film çekmeye özendirmek çok önemli. Buralarda bağımsız özerk fonlar oluşturmak ya da oluşmasına olanak yaratmak gerek diye düşünüyorum. Bu aynı zamanda farklı ve daha çok sesli bir Türkiye sinemasının yaratılmasında olanak yaratacaktır.

***

AYNI KUŞAK İKİ FARKLI FİLM

Antalya’daki gösterimde sizin filmi daha önce çektiğiniz konuşulmuştu ama Karanlık Gece’nin Emin Alper’in Kurak Günler filmi ile benzerliği çok konuşuluyor. Neler söylersiniz?

Evet, benzerlikler olduğu doğru. Ben de ilk kez Antalya Film Festivali’nde izledim onun filmini. Ama bu benzerliklerin yanı sıra ikisi çok ayrı biçimde iki ayrı film. Birileri biliyorum bundan ille de magazinsel bir şeyler ya da başka türlü bir haset hikâyesi çıkarmak istiyor. Ama sanırım ben ya da biz değiliz bunun muhatabı. Ben şöyle bakıyorum, sanırım aynı kuşak iki yönetmen olarak Türkiye’deki yaşadığımız bu politik daralma ve linç ortamı bizi ortaklaştırdı. Bazen sinemada böyle karşılaşmalar olabiliyor. Ama seyirci izlediğinde ikisinin ayrı filmler olduğunu görecek. Burada benzerlik meselesinden çok anlatılan meselelerin tartışması gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak Özcan Alper nasıl bir dünyada sinemacı olmak isterdi?

Yaş aldıkça kendinizden çok çocuklarınızın nasıl bir ülkede ve nasıl bir dünyada büyüyeceği sorusu sizi daha çok meşgul etmeye başlıyor aslında. Her türden önyargıların olmadığı ve kimsenin kimliği dini dili, etnik ve cinsel kimliğinden dolayı ötekileştirilmediği bir ülke isterdim herhalde. Ve en çok da tüm çocukların artık yüz yıldır devam eden bu meselelerle değil sanatla, bilimle meşgul oldukları bir ülke olmasını isterdim. Alınan kararlarda, insanlardan çok doğanın merkezde olduğu ve insanların amasız fakatsız her zaman eşit haklara sahip olmasını diliyorsunuz.

***

Ankara’da Karanlık Gece

Karanlık Gece, 27. Gezici Festival’de Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde izleyiciyle buluşacak. Program şöyle:

•4 Aralık Pazar: 18.00
•8 Aralık Perşembe: 12.30