Fantastikten ziyade büyülü gerçekçilik türüne giren Elif Derviş’in ilk kitabı tam bir acı sağaltma yolculuğu. Derviş bu yolculuğu bize tanıdığımız, bildiğimiz dünyanın dışındaki bir âlemden ustalıkla aktarıyor.

Lirik iyileşme yolculuğu

Seyhan Aslan HANOTTE

Biliriz ki fantastik ya da büyülü gerçeklik tarzı metinlerde alternatif bir dünya kurulur ve içinde yaşadığımız dünyaya dair aktarılmak istenen her neyse bizim şu yaşadığımız katı gerçeklikten kurtarılıp orada sorgulanır. Ne canlı-cansız ayrımı ne doğanın işleyişi ne de zamanın akışı bizim algılarımızda kodlandığı gibi değildir. Yaratılan evrenin okuyucunun göz önüne serilmesi ise yazarın hayal gücü ile düş dünyasının zenginliğine ve bunları kaleme geçirme ustalığıyla orantılıdır.

Benim bildiğim tanımlara göre fantastikten ziyade büyülü gerçekçilik türüne giren Elif Derviş’in ilk kitabı tam bir acı sağaltma yolculuğu. Derviş bu yolculuğu bize tanıdığımız, bildiğimiz dünyanın dışındaki bir âlemden, tam da yukarıda bahsettiğim ustalıkla aktarıyor. Bu âlem, ölülerin gömülmek yerine rehber denilen geyiğin boynuzlarına bırakıldığı; canlı dünyasındaki rollerin tamamen değişip de ölmüş bir kedinin sadece sahibine görünerek ona bu yolculuğunda arkadaşlık yapıp yönlendirdiği, gagasını kımıldatmadan konuşan bir baykuşun bilgeliğiyle ona rehberlik ettiği; mekân kavramının yaşadığımız somut gerçeklikten bambaşka olup yaralı insanların, havada bulut gibi asılı kalan bir adada bulunan, uzun bir koridor boyunca iki tarafında odaların olduğu bir ‘iyileşme evinde’ kaldığı; doğanın bir ruha bürünüp denizle insanoğlunun çarpıştığı (ve deniz bu kez kapkaranlık oldu ve tamamı dev bir dalgaya dönüştü sanki. Ağzından beyaz, köpüklü salyalar saçan bir hayvan gibi azmış, gitgide yükseliyordu.) çok başarıyla kurgulanmış düşsel bir yer.

Romanda, ana tema olarak insanlığın bir kayıp karşısındaki tanıdık hisleri bambaşka bir evren içinde veriliyor ama tabii ki metinde tek tanıdık duygular bunlar değil. İnsanların türlü acılarının kurdukları karşılıklı köprülerle dindirmeye çalışmalarına, yaşama geri dönüşü sağlamak adına yaptıkları dayanışmaya, bu dayanışmanın yetmediği zamanlardaki derin çaresizlik hissine, insanoğlunun içindeki gücü toparlama kudretine de rastlıyor ve bu hisleri anlatım gücünün etkisiyle olduğu gibi duyumsuyoruz.

Romanda Derviş’in yarattığı evrenden bahsedecek olursak, daha ilk cümleden bu evrenin oluğanüstü atmosferinde buluyoruz kendimizi; “Herkesin bildiği, kimsenin hatırlamadığı zamanlarda, uzak bir okyanusun ıssız kıyılarından birinde, ismi sakinleri tarafından bile unutulmuş bir balıkçı köyünün en kuytu köşesindeki çatısı yarım kulübede, bir adam tortop olmuş uyuyor.)” Büyülenerek gezinmeye başlıyor, adım adım ilerledikçe bu balıkçı köyünün hiç de bizim algılarımızın sınırındaki köylere benzemediğini görüyoruz. “İnsanların birbirini çok konuşmadan anladığı, dağın ardındaki dünyayı hiç bilmeden yüz yıllardır aynı şekilde yaşadığı bir köydü burası. Hayat burada doğayla sonsuz uyum içinde akar, rüzgâra karşı yürünmez, okyanusla boğuşulmaz, ölüm insanoğluna gelince artık dalına tutunamayan bir yaprağın düşüşünden ya da uzaklardaki bir fırtınadan kopup geldiği için ne kadar yükselse de ölü olan koca bir dalganın suya karışmasından farklı görülmezdi. İnsan, hayvan, bitki, su, hava, taş, toprak. Hepsi birdi.”

Derviş’in yarattığı bu düşsel dünyaya bizi böyle kolayca sokabilme becerisi tasvir gücünden geliyor. Zira atmosfer yaratmak betimlemeden geçiyor ve büyülü gerçekçi edebiyatta bunun önemini hepimiz biliyoruz. Zira bizim hiçbir bilgisine sahip olmadığımız bir dünyadır yazarın yarattığı ve bize en iyi tanıtacak, o evrende gezdirecek de o dur.

Valhaf bir süre bakışlarını sadece attığı adıma odaklayarak, bilmediği bu dünyanın içine girmişti. Bir süre hiç ses duymadı. Sanki cırcırböceklerinin kanatları birbirine sürtünemeyecek kadar yapışıp kalmış, kurbağaların boğazları kurumuştu. Ne rüzgâr ağaçların dalları arasından fısıldıyor, ne yarasalar çığlık atıyordu. Koyu Orman’ın yüksek, sık ağaçları Valhaf’ın üzerine denizin tonlarca ağırlıktaki serin suları gibi serilmiş, onu kendi büyüsüne hapsederken dışarıdaki sesleri etkisiz kılmıştı.”

İnsanların arasındaki duygu geçişi de tamamen farklıdır bu dünyada: “Klokhel’in alnının ortasından Valhaf’ın zihnine doğru gürül gürül koca bir şelale akıyordu sanki. Serinliği ve ıslaklığı, az önce gözlerinin üzerine kapanan ellerinden geldiği gibi mesafeyi aşıyor, ortada oluşan koca girdaptan su gibi bir ışık etrafa yayılıyordu.”

Ve zaman algısı. Biz Valhaf’ın yaralarının iyileşmesi için geçen zamanın ne kadar olduğunu bilmeyiz ama zaten bunun bir önemi yoktur. Yaralarının sarma sürecinin tamamlanması, ‘o’ vaktin gelmesi çıkış kapısındaki tuğlaların tamamen yıkılmasıyla bize verilir.

Bir de benim özellikle çok başarılı bulduğum, arada parantez gibi açılan ve Valhaf’ın bilinçaltına inen rüyalar vardır. Zaten düşsel bir dünyanın içinde yer alan bu rüyalarla geçiş öyle usulcadır ki bizler de kahramanla birlikte o rüyalara daldığımızın farkına varamayız: Duman bir an gözlerini aralayıp kadına bakacak gibi olduysa da vazgeçip yol arkadaşının derin uykusunu ucundan yakaladı ve içine girdi. Valhaf yine bir rüyadaydı. Orada da kıvrılmış uyuyordu genç balıkçı ama ayak ucunda kedi değil, annesi vardı. Onun yanında olduğunu bilmek, nefes sesini duyamasa da varlığını hissetmek tarifsiz bir huzur verdi Valhaf’a ve adamın kasılmış haldeki omuzları gevşedi, uykuda bile çatılmaya devam eden kaşları yumuşadı. Ağzından çıkan sakin bir mırıltı. “İyi ki geldin anne.”

Rüyayı Valhaf’la birlikte gördüğümüz gibi, yaraların sarılmaya çalışıldığı, bazılarının başardığı bazılarınınsa başaramayıp dönüşemeden gerisin geriye döndüğü, cam tavanlı, uzun koridorunda sağlı sollu odaların olduğu sağaltma evindeki başka bir yaralı yolcu olan müzisyenin görünmeyen bir enstrümanla çaldığı müziği de Valhaf gibi duyup sakinleşiriz. Son olarak ise kahramanımız gidiş yolundan dönerken Derviş’in bizi şaşırtan kurgusuyla ölümden sonraki varoluşta kendi kaybettiklerimizi ararız.

Bir tek cümlede özetleyecek olursak roman boyunca duyumsadığımız, yaşadığımız bu reel dünyadaki duyguların bir bambaşka dünyadaki izdüşümü olan tanıdık hisler ve romanı bitirdiğimizde, acıyla baş edebilmenin, ancak ölümün yaşamın bir parçası olduğunu kabul ettiğimizde -bir parça buruklukla da olsa- mümkün olabileceğini çok derinden sezmemiz.

Büyülü gerçekliği, bizi başka alemlerle buluşturduğu için çok önemseyen ve seven bir okur olarak Elif Derviş’ten yeni şaşırtıcı evrenleri sabırsızlıkla bekliyorum.