Lizbon’da ‘mükemmel’ bir buluşma
Antalya Film Festivali’ndeki başarısının ardından ‘Mükemmel’ filmiyle uluslararası arenada dikkat çeken Ece Dizdar, Lizbon’daki festival deneyimini anlattı. Dizdar, “Sorgulanmayanları sorgulamaya çalıştım” dedi.
Semiha DURAK
Lizbon’a geç gelen sonbahar esintisi, şehrin dar sokaklarını saran tarçın ve sardalya kokusunu birbirine karıştırırken, Akdeniz Kadın Filmleri Festivali (Olhares do Mediterrâneo Film Festival) birbirinden çarpıcı kadın hikayelerini bir araya getiriyordu. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu ve tıpkı onun gibi hem melankolik hem de neşeli olmayı başaran, bu şiir gibi şehirde, ödüllü yönetmen Ece Dizdar ile bir araya geldik. Antalya Film Festivali’ndeki başarısının ardından Mükemmel filmiyle uluslararası arenada dikkat çeken Dizdar, Lizbon’daki festival deneyimini ve Akdeniz Kadın Filmleri Festivali’nin kendisi için özel anlamını anlattı.
Filmin Lizbon gösteriminin ardından gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi, Ece Dizdar’ın festivalle ilgili izlenimlerini ve Mükemmel filmi üzerine derinlikli bir sohbeti içeriyor. Film, bedensel özerklik ve toplumsal normlar gibi çok katmanlı temaları irdeleyerek, izleyiciyi yüzyıllardır süregelen bir ritüelin; sünnetin anlamını sorgulamaya davet ediyor.
Bu kadar uzun zaman oyunculuk yaptıktan sonra kamera arkasına geçmek sana ne hissettirdi?
Yönetmek değil ama yazıp yönetmiş olmak bana kendimi çok çıplak hissettirdi. Bedensel ve duygusal olarak intim bir alanımı seyirciyle paylaştığım çok olmuştur. Ancak zihnimi paylaşmak gerçek şeffaflık ve gerçek çıplaklıkmış. Ben buyum, böyle düşünen biriyim demekmiş. Benlik kavramımı bedenden değil zihinsel alıyormuşum.
Olhares do Mediterrâneo, sinemadaki kadın seslerinin çeşitliliğini kutlayan bir festival. İlk filminle burada olmak nasıl bir duygu?
Bu benim kabul aldığım ilk festivaldi ve ilk festivalin Lizbon’dan olması beni bulutlara uçurdu. Daha sonra festivali araştırdıkça, bunun ne kadar sisteme benim bulunduğum yerden bakan bir festival olduğunu fark ettikçe içime daha da sindi. Ve tabii ki şu an bizim konuştuğumuz gün — gösterimimizi yaptık ve münazarayı gerçekleştirdik — ve bu filmin gelebileceği en doğru festival buydu diyorum.
Film gösterimi sonrasındaki münazara hakkında ne düşünüyorsun? Ben de oradaydım; antropologların katıldığı, akademik bir tartışmanın açıldığı bir ortam oldu.
Yarışmada olan ilk beş filmi benzer bir tema etrafında toplayıp çok doğru bir yerden kurasyonunu yapmışlar. Bir kere bu beni çok etkiledi. Tema altında toplayıp ona göre seçim yapıp ve ondan sonra film yapımcılarını sosyologlarla, antropologlarla bir araya getirip bu temayı tartışan bir festival daha önce hiç görmemiştim. Diğer filmlere olan hayranlığım bir tarafa, filmimi daha iyi gerekçelendirdim açıkçası.
Filmlerin buluştuğu bu ortak temadan biraz bahsedebilir miyiz?
Benim filmimin de içinde yer aldığı ilk beş filmin teması, var olan, yaratılmış ve bu dünyaya gelmiş olanın mükemmel olduğu gibi bir tema etrafında şekilleniyordu. Tabi ki kabaca. Bir tanesi istenmeyen tüylerden bahsediyor, kadınların bunu sürekli yapmaları gerektiğinden. Bir diğeri regl olmak kadar her kadının yaşadığı ve bir insanın hayatta olmasının temel sebebi olan mensturasyon konusuna çok kültürel bir yerden bakıyordu. İtalyan filmiydi fakat bizim kültürümüze de denk gelen tarafı vardı. Bu konuların tamamının hem kültürel hem evrensel boyutta birbirini tamamladığını, dilin, dinin ve kültürün ortadan yok olduğu bir kürasyon yarattıklarına şahit oldum.
Akdeniz, farklı kültürlerin ve ritüellerin buluşma noktası ve tabii Lizbon, tarihi zenginliği ve kültürel çeşitliliğiyle bilinen bir şehir. Buradaki festival ortamı, filminin hikayesine, yolculuğuna nasıl bir boyut ekledi?
Yarışmada 10 film daha var. Akdeniz’den birçok ülkeden. Ve hepsi ya kadın yönetmenlerin, ya kadın yazarların ya da odağını kadın hikayelerine alan filmler. Bugün 5 film izledim. Yarın 5 film daha izleyeceğim. Devam ediyorum festivali takip etmeye. Ve genel olarak son derece politik, son derece feminist ve ilerici bir aktivist bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Belki birçok başka festivalden bütçe olarak daha az destekli olabilir. Ama içindeki samimiyet ve odak noktasına kilitlenme biçimi benim için çok etkileyici.
Lizbon seyircisinden gelen sorular yeni fikirlere ilham verdi mi ya da farklı bakış açıları kattı mı?
Evet, dört ayrı ülkeden önemli yorumlar aldık diyebilirim ve her biri ayrı bir soruya kapı açmakla beraber benim de kendi ürettiğim şeyi tekrar gözden geçirmeme neden oldu. Diğer filmler de benim kafamda çok ciddi bir pencere açtı. Mesela Uzak Doğulu bir kadın vardı, toplumda farkındalığa yol açan hareketlerin aslında pratikte kendi güncel hayatında ve modern dünyada uygulanmasının ne kadar zor olduğundan bahsetti. Bununla ilgili sıkışmışlığından söz etti. Bu benim için çok önemliydi. Çünkü hep diyoruz ya, her şeyi bir anda hayata geçirmenin mümkün olmasa da bu temaların üzerine düşünmek, konuşmak, başkalarıyla temas etmek ve bu konuda kendinde ve çevrende farkındalık yaratmak işin temel noktası.
Seyirciler arasında Türkiye’den gelen ve buraya yerleşenler de vardı. Onlardan gelen sorular hakkında ne düşünüyorsun?
Bu beni çok mutlu etti. Buraya yerleşen Türklerden bir grup vardı, Büyükelçilikten temsilciler de geldi. Bir kez daha çok teşekkür ederim kendilerine. Antalya Film Festivali’nde ödül sonrası, gerek kendi sünnet hikayesi gerekse çocuklarıyla ilgili anılarını paylaşanlar oldu. Kardeşleri, babaları, dedeleriyle ilgili. İçlerinde birikmiş olan sünnet hikayelerini Antalya’da olduğu gibi burada da bana aktardılar. Aynı bağlamda tepkiler aldım ve hala bu konuyu konuşmaya ne kadar ihtiyaç duyulduğuna, nasıl olup da beni bulduğuna şaşırıyorum.
Ne zamandır konuşulmayı bekleyen bir konuymuş gibi, değil mi?
Benim bildiğim, görebildiğim, araştırabildiğim kadarıyla kesin konuşmak istemem ama bu sünnetle ilgili yapılmış tek film. Tabii buna çok şaşkınım. Bir başka şaşkınlık kaynağım ise bu konunun beni bulmuş olması. Neden beni bulmuş diye soruyorlar. “Neden bu konuyu seçtin? Neden daha otobiyografik, sana daha yakın bir konu seçmedin?” Antalya Film Festivali ve Portekiz’deki gösterim sonrası bana ulaşan insanlardan sonra şöyle bir şey hissettim: Bu konu zaten dolaşımdaydı, bulutlarda geziyordu ve ben bir kırılma anı yaşayıp bir ışık sızdı ve bu konuyu kendime çektim. Evrensel bir hassasiyetin bana düşmüş bir izdüşümü olarak düşünüyorum.
Şimdi tam da Antik Yunan demişken, arkeolojik kayıtlar sünnetin aslında binlerce yıldır var olduğunu gösteriyor. Sünnetin tarihsel kökleri açısından baktığımızda film, insanlığın beden ve kimlik konusundaki değişen yaklaşımı hakkında ne söylüyor, nasıl bir sorgulama getiriyor sence?
Ciddi araştırmalardan geçtim bunu yazmadan önce. Makaleler ve tezler okudum sünnet üzerine. Mısır’dan başlayan, Afrika’da köklenen, Kore Savaşı’nda sağlık sebepleriyle Amerikalılar arasında büyük boyutlara ulaşan bir tarihi var. Kim kimlerden görmek için, ya da kimisi Tanrılara bir adak olarak yapmış. 8. Yüzyıl’da Müslümanlık’ta tahminen yine sıhhi sebeplerle önerilmiş, fakat Kur’an’da farz olarak yazan bir şey değil. Sosyoekonomik her katmanda sorgulamadan yapılan bir şey olması benim dikkatimi çekti. “Sorgulamadan yapılıyor ve bunu bir konuşmayalım mı?” diyerek bu işe başladım.
Psikanalitik literatür, sünnetin duygusal ifadenin sınırlanmasına yol açan savunmacı bir geri çekilme eğilimi oluşturabileceğini öne sürüyor. Mükemmel beden travmasının duygusal etkisini ve acının geride bırakabileceği potansiyel psikolojik izleri nasıl ele alıyor?
Bu konuda psikolojik veya sosyolojik bir araştırma yapmak için yetkin hissetmiyorum kendimi, ama bilimsel bir araştırma verisi söyleyebilirim. Sünnetin bebek istismarı olduğunu düşünen bir profesörün ciddiye alınan bir makalesini okudum. Sempatik sinir sistemi henüz gelişmediği için acıyan yerine elini bastırıp koruyamadığı için acı çekmediğini düşünüyoruz. Ancak bebek doğduğu andan itibaren, bizim anladığımız şekilde olmasa da, hep bir acı çekiyor aslında. Sempatiksinir sistemi gelişmediği için orayı koruyamıyor ve bilinçaltında “Acıya karşı savunmasızım. Bana herkes istediğini yapar.” gibi bir mesaj yerleşiyor. Bunun patriyarkal sistemde erkekler üzerinde çok ciddi bir savunma mekanizması oluşturduğunu düşünüyorum.
Çok küçük yaşta ya da farkında olmadan bebekken yapılması belki de bu açıdan bakıldığında çok doğru bir şey değil.
Çok hassas bir konu. Benimle bu konuyu konuşan ebeveynlere karşı açıkçası çok büyük bir şefkat besliyorum. Ve her biri bana şunu söyledi, istisnasız her biri: “Ya en azından biz çok küçükken yaptık, hani hissetmedi.” Oysa o makaleye göre bu böyle değil. Dolayısıyla bu balona iğne batırmak istemiyorum. Bu kültürel bir şey, yaşanıyor ve yaşanmaya devam edecek. Ben bu illa yapılsın diyen biri asla olamam. Bir sosyolog değilim. Doktor ya da antropolog da değilim. Ben sadece bu konuyu sorgulamaya açan biriyim. Evet, bu konu ile ilgili bilimsel araştırmalar var. Ya da destekleyen bilimsel araştırmalar da var. Yani diyor ki, bir çocuk sağlık açısından mutlaka sünnet olmalı… Dolayısıyla filmde doktoru, bu konuyu evlilik ve askerlik üzerinden yorumlayan koca ve din üzerinden yorumlayan bir kayınvalide dahil bu konuyu farklı boyutlarda sorgulayan birçok insan var. Bu yüzden de hep söylüyorum, yani ben bir soru ortaya koymaya çalışıyorum. Bir karar vermiyorum çünkü bunun mercii değilim.
Filmin bedensel özerklik ve fiziksel acıya katlanma ya da bundan kaçınma konusunda, özellikle sünnetin norm olarak kaldığı kültürlerde nasıl bir diyalog başlatmasını umuyorsun?
Herhangi bir tartışma başlatacaksam bu, beden bütünlüğü ve insan hakları, çocuk hakları üzerine olur. Ben sadece diyorum ki, bir kişi dünyaya geldiğinde bedenini bir ömür koruma hakkı yok mudur? “Doğduğum gibi kalacağım, ömrümün sonuna kadar bir parçam kesilmeyecek” deme hakkı var mıdır?
Tam da bu noktada benim aklıma Michelangelo’nun David (Davut) heykeli geliyor. David, Yahudi geleneklerine göre sünnetli olması gerekirken, sünnetsiz bir şekilde tasvir edilmişti. Bu tercih, Michelangelo’nun idealize edilmiş “mükemmel” erkek formuna odaklanmasını yansıtıyor. Mükemmel filmindeki anne karakteri de benzer şekilde, çocuğunun beden bütünlüğünü koruyarak, bir bakıma ‘ideal’ biçimde var olmasını, toplumsal ve kültürel dayatmalardan bağımsız bir kimlik geliştirmesini mi arzuluyor? Sence her iki durumda da ideal insan yaratma, bir bakıma evrensel insan yaratma arayışı, toplumsal ve kültürel normlarla çatışıyor mu?
Benim anladığım haliyle ideal olan; üzerine düşünülmüş, çalışılmış ve bir idea peşinde koşulan bir şeydir. Ben natürel olan taraftayım; yani geldiği gibi, olduğu hali mükemmel olarak tanımlıyorum. Michelangelo’nun çıktığı noktayı duymak benim için şu an heyecan verici oldu. Çünkü o da mükemmeli, natürel olan ve bütünlüklü olan hali olarak tanımlıyor belki de.
Aynı zamanda normlarla da bir çatışma hali de var, öyle değil mi?
Tabii, kesinlikle. Elbette ki kendimi Michelangelo ile kıyaslamıyorum ama aslında çıkış noktamız aynı. Toplumla çatışıyor ve diyor ki, mükemmel olan bütünlüklü, geldiği, var olduğu haliyle olandır. Yani insan bedeni üzerinde manipüle edilmemiş olanın mükemmel olduğunu düşündüğü bir hal bu. Konuşabilmeliyiz bunu. Belki o da bunu konuşalım, tartışalım diye mi yapmıştı? Bunu düşüneceğim.