Ortaçağda ressamlar, ne vakit harita çizecek olsa sevgilileri “hayatım şuraya da benim için bir ada çiz, o ada benim olsun” dermiş. Çocukken de öyle yapardık hep değil mi? Yoldan geçen ilk araba benim, şimdi çalacak parça senin olsun; gökten üç elma düşsün, biri anlatana, diğeri dinleyene... Fakat bu şirin oyun, konu ada olunca tuhaf olmaz mı? Haritalarda, gerçekte olmayan hayalet adalar düşün. Ünlü bir İngiliz amiral, İspanya’dan İngiltere’ye dönerken ele geçirdiği haritayı inceliyormuş. Kâğıdın üzerinde gördüğü adaların birinden su almayı düşünmüş. Gemideki tutsak İspanyol denizci, amiralin haritadaki ada hakkında sorduğu soruya şöyle cevap vermiş: “Bulabileceğinizi sanmam efendim, o ada bir sinyoranın hatırı için konulmuştur oraya...”

Ada, bir tür yalnızlıktır zaten, tekinsizliktir. Bir tür uğultu. Yapraktan süzülen ışık, fayton aynasındaki hayali dolunay. Atların şimşekli yeleleri... Gerçek olsun olmasın, adadan çıkılamayacağını anlatır rüzgâr... Düşün ki lodos.

Lodosun gözü yaşlı der eskiler. Nem taşıyan rüzgâr demeye getirirler; ardından uçuşan yağmurlar yağar. Eski İstanbul’un lodoslu günlerinde kadılar davalara çıkmaz, vapurlar iskeleye nazlanarak yanaşırmış. Bir kolonyalı mendil sanki, denizi getirip dayar burnuna lodos. Dalgakıranda patlar. Saçlar uçuşturur. Göz yaşartır. Sesler taşıyıp getirir, çok eski bir çan sesi, arka bahçedeki yorgun eşeğin homurtusu, kar gecelerinde bozacının rüyalardan yapılma tarçınlı bağırtısı; neden olmasın? Tepedeki Rum köşkünün giriş kapısında, solgun lambanın altında tartışan çiftin söyledikleri okşuyor bu gece lodosu. Kadın sarışındır, adam esmer ve ayrılmayacaklar. Görecek günler var çünkü. Beraber görebilmek için birdir insan, ayrı değil. Tekneler sallanır insanın içinde. Lodos demek, adada bir gece daha kalmak demektir. Yine çıkış yok!

Karşı kıyıdan bir şair, lodosu “eti kemiğinden ayıran rüzgâr” diye tanımlar; Yunancası notias. Tanpınar da günlüklerinin bir yerinde “lodosun da yardımıyla hiçbir şey yapamıyorum” diye yakınır. Hem afeti hem lezzetidir kahpe Bizans’ın! Nâzım’ın da Lodos adlı, dizelerinin arasında hapishanede, fırtınada, açık kalan koğuşun kapısının çarpıp durduğu bir şiiri vardır. Poyraz ne kadar kurşuni lacivertse güneybatıdan esen lodos da o kadar siyaha yakın mavi.

İlkokulda, rüzgârların yönlerini öğrendiğim rüzgârgülü, şimdi neredesin! Hem rüzgârsın üstelik hem de gül; ne güzelmiş senin ismin. Seni kar tanesindeki kristallere benzetirdim. Rüzgârlı, karlı sabahlar bilirim. Güze doğru terk edilmiş yazlık kasabalar, plajda ölü duran şezlonglar, yalnız çakıl, uçsuz şeytanminaresi, boş soyunma kabinleri, duvarlardan yazdan kalan akislerin uyuduğu hayalet gazinolar. Kışa giden takvim, kolay uyanılamayan karanlık sabahlar. Tebeşir tozu geliyor aklıma lodosta. Izgarada hamsiler, hamsilerden yansıyan alaca ışıklı gökyüzü; gökyüzündedir, boğazıma çivili yıldızlar...

Bir de düşün sevgilim, eskiden lodosçular varmış. Lodosun uçurduğu eşyayı, oradan buradan toplayan yoksullar. Lodosun yeliyle kıyıya vuran masa saatleri, antenler, fenerler, gözlükler; asıldığı ipten koparak uçup giden kazak, sutyen, manto; ortaçağdan kalma haçlar, pusulalar, hüzünler toplayanlar; sığlık yerde, kumların arasında batık arayanlar. Her şeyi var eden o ince sınıf bilgisi.

Sayfaları birbirine dikerek yazan o deli yazarın hikâyesinden sokağa fırlamış güzel kadın lodos. Etekleri fır döner, tülleri kirli; gözleri aydınlıktır, saçları karmakarışık; aynasında parlayıp söner şehrin gıcır gıcır. Çiçekçiler üzgündür, denize açılıp dönmeyen balıkçıların evlerinde boş ayakkabılar; salepçiler kıskançtır, leblebi kavuranlarda mor dalgınlıklar var; fırıncılar uykusuzdur, ince ağrılı; öksürür tamirhanelerde çıraklar... Çocuk öksürüklerine dayanamam. Bir uçurtma olsam diye düşünürüm, sürüklensem, beni önüne katsa rüzgâr. Bu gece de adadayız işte, ekmeğimiz, şarabımız ve sen, canımsın. Canımsın diyorum, hem de lodos var...

Adadayım işte, Rum köşkünü otel yapmışlar. Tertemiz yastıklar, uykusuzum fakat siyah bir mürekkep olmuş deniz. Rüyamda gemideyiz, lodos sallıyor bizi, Sarayburnu önlerinde sana dokunmak istiyorum. Ellerim lekeli... Şöyle bir esse yine, tüm şehir, tüm şehir uçup gitse. Kollarını demire dayamışsın. Ay var. Gelip sarılsam. Ürkütmeden. Artık kimse hiçbir şeyden korkmasa. Ay var. Lodos savuruyor, sallanıyoruz. Düşmeyiz ama biz. Öyle esiyor ki denizden doğru; akşamdır, tek başımayım, Gülhane’ye çıkıyorum, öyle esiyor ki kurumuş kahve kokusu getiriyor Mısır Çarşısı’ndan; bir tespih bulmuş, kehribardan tuttuğu ışığı alıp vuruyor yüzüme; üstüm başım sen turuncusu. Adın a ile başlıyor. Her şeyi başlatan adın... Yalnızım, yazacağım romanla ilgili kitaplar sırt çantamda, biri açıyor fermuarı. Çalacak kitaplarımı, başım hoş. Son anda fark edip dönüyorum. Ben böyle olurum işte elin elimden düşünce, der başka bir şair, zayıf adam. Öldü o da. Herkes ölüyor zaten.

Balkonda ay. Lodosta dışarı ancak deliler çıkar. Deli deliyi böylece bulur. O hikâyeci deli kadın, kâğıtları teyelliyor birbirine. Balkonda sarılacağım sana. Ay var... Ay ışığında ceviz silkelenmez derler. Ceviz değil, gümüş dökülüyor üstüme senden. Lekeler senden. Lodos istekli, aç; yataklar, yıllar, yastıklar yetmiyor hiçbir şeye. “Canımsın diyorum, kime...”

Lodos var bu gece. Durmadan, durmaksızın, birbirine diktiğim kâğıtları savurup hayatın ince dudaklarına, her şeyi yıkıp yeniden yapacak gibi... Balkondayım. Esiyor. Hiç durmadan esiyor...