Herkese eşit seçme ve seçilme hakkı, demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ı. %10 barajı ise, bu hakkı fiilen ortadan kaldırıyor.

Herkese eşit seçme ve seçilme hakkı, demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ı. %10 barajı ise, bu hakkı fiilen ortadan kaldırıyor. 2002 seçimlerinde AKP oyların 34,4’ünü alıyor, ancak milletvekilliklerinin %66,4’ünü kazanıyor. %66,4 ile %34,4 arasındaki %32’lik fark, aslında AKP’ye  -sadece verilmemiş değil-  karşı kullanılmış oyların AKP’nin hesabına geçirilmesi, dolayısıyla bu oyları verenlerin seçme, verilenlerin de seçilme hakkının gasp edilmesi demek. Kısacası, ortada bir dolandırıcılık ve fiilî bir siyaset yasağı var: Oy kullanan seçmenlerin %46’sı meclise tek bir temsilci bile sokamıyor; oyları çöpe de değil, kendisine karşı olduklarının çöplüğüne gitmiş oluyor. Seçmenlerin %74’ünün oy vermediği, %66 kadarının da kendisine karşı oy kullandığı bir parti, meclisin %66’dan fazlasını ele geçiriyor: Muhteşem bir hokkabazlık; zira şapkadan çıkan, öyle tavşan falan değil, koskoca bir deve, hatta fil.

Bu seçim yasasını AKP’nin kendisi getirmiş değildir; ancak, sonuçta sadece %26’lık bir azınlığın oylarıyla, Meclis’te mutlak egemenliğe sahip bir güce dönüşmüş, Sayıştay’ından RTÜK’üne, Meclis Başkanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na nerelere kimler getirilecek, hangi yasalar çıkartılıp hangi hukukî/idarî/iktisadî düzenlemeler yapılacak, bütün bunları tek başına belirler bir konuma oturmuştur ve de başbakan bu durumu ‘millî irade’nin tecellisi olarak görmektedir; sanki kendileri dışında kalan %74’lük çoğunluk millî değilmiş gibi. Ancak daha da vahimi, meclisteki çoğunluk milletvekili, oyunu aldığı azınlığı da temsil ediyor değildir; zira, ne ön seçim vardır, ne de tercihli oy veya dönem bitmeden vekaletin geri alınma ihtimali; her şey liderin iki dudağı arasında, milletvekilliği ise elde edilmesi yüksek maliyetli, o yüzden de vazgeçilmesi/bırakılması iyice zor -özellikle, kazandırdığı dokunulmazlıktan ötürü- fevkalade imtiyazlı bir konumdur: Milletvekili, her şeyden önce liderin temsilcisi olma, onun gözüne girme/gözünden düşmeme gayreti içinde bulunacaktır; ki, burada artık tam tamına bir tek adam diktasıyla karşı karşıyayızdır, hem de ‘seçilmişlerin demokratik iktidarı’ adı altında. İktidarın demokratikliği bir yana, aslında şu cümleyi telaffuz etme noktasındayızdır: Demokrasinin tek ölçütü, başbakanın savunduğu gibi kayıtsız şartsız sayısal çokluk, yani sadece oy/parmak/kelle sayısı ise, üyelerinin her biri parti lideri, yani sadece tek bir kişi tarafından teker teker tayin edilmiş  bir çoğunluğun egemenliği altında tecelli eden bir ‘millî irade’, değil beş, iki kişilik bir darbe konseyinin iradesinden bile daha az demokratik, siyasal etiğe de misliyle uzaktır; zira, darbecilerin hiç değilse demokratiklik gibi bir iddiaları yoktur.

Demokrasinin önündeki en büyük engelin mevcut anayasa olduğunu söyleyenlerin foyası tam bu noktada ortaya çıkar: Seçmenin dörtte birinin, sandığa gidenlerin de üçte birinin veya yarısından azının oyuyla Meclis’in üçte ikisine el koymaya, milletvekillerinin kaderini de tek bir kişinin iki dudağı arasına hapsetmeye imkan veren, bu arada yurttaşların kendi vekillerini seçip denetlemesini imkansız kılıp siyaseti halka fiilen yasaklayan (siyasal partiler ve seçim) yasaları değiştirip seçim barajını sıfırlamak, ön seçim ve tercihli aday listesini getirmek, değil yeni bir anayasayı, en ufak bir anayasa değişikliğini bile gerektirmemektedir. Ayrıca söz konusu baraj, pratikte Kürtlerin çoğunlukta olduğu partilerin önünü kesmek üzere kullanıldığına göre, sadece antidemokratik değil, aynı zamanda ırkçıdır da; dolayısıyla ayırımcı/bölücü bir işleve de sahiptir. Hem ‘Kürt açılımı’ deyip, hem de anti-kürt ırkçılık yapmak; hem ‘ulusal bütünlük-kardeşlik projesi’nden söz edip hem de bölücü bir mekanizmanın en ısrarlı savunucusu olmak ise, ‘genç sivil/liberal aydın/”yetmez, ama evet”çi’lerimizin ‘insanın, akıl ve ahlâk karşısında da özgürleşmesi’ türünden post-modern bir formüle bağlayabilecekleri bir durum; başbakanın Baykal’a “ben sana sayın diyorum, sen demiyorum” demesine mümasil.

İnsan ancak sesini duyurup, sözünü geçirebileceği, en azından bunu umduğu yerde konuşur; yoksa orayı terk edip gider; ama, gideceği başka bir yer de yoksa, ister istemez kavgaya tutuşur/silaha sarılır ve de bu, sosyolojik olarak kaçınılmaz olmanın ötesinde, hem hukuken meşrû, hem de ahlâken vaciptir de. Öyleyse “silahlar sussun/kan dökülmesin/analar ağlamasın” vb… diyen herkes, her şeyden önce insanların sesini duyurup sözünü dinletebileceği/ka’le aldırtabileceği bir ortam oluşturmanın peşine düşmek zorundadır ve devletin resmî konuşma kurumu, adı üstünde Parlamento (parlare=konuşmak), yani kelimesi kelimesine Konuştay’dır.  Halkın siyasete katılması zorlaştırılıp engellendiği ölçüde, siyasal alan halktan boşaltılmış; halktan boşaltılmışlığı ölçüsünde de illegal yollardan, bu arada silah gücü/tehdidiyle nüfuz ve işgal edilmeye müsait hâle gelmekte; bunun kaçınılmaz sonucu ise, halkın da siyasal alanda yer alıp etkili olabilmek için  -en azından bir bölümü itibariyle ve de engellenmişliği ölçüsünde-  dolaylı yollara, bu arada silaha baş vurması/sarılması, eli silahlılara/silaha sarılmışlara sığınması, onlarla dayanışıp bütünleşmesi olmaktadır: Neredeyse otuz yıldır sürüp giden silahlı çatışma ortamının baş sorumluluları ve askeriyle gerillasıyla hepsi bu ülke üzerinde eşit haklara sahip 50 binden fazla insanın kanı ellerine en fazla bulaşmış olanlar, en başta %10 barajı, çeşitli düzenlemelerle halka siyaseti yasaklayanlardır ve bunlardan biri Kenan Evren ise, bir diğeri de Tayyip Erdoğan’dır: Türkiye’de siyaseti asker-sivil karşıtlığı üzerinden okumak tam bir –körlük değil ise-  sahtekârlıktır. Halka siyaseti, emekçilere örgütlenmeyi, düşünenlere yazıp konuşmayı yasaklayan darbecilerse, bu yasakları 30 yıldır sürdürenler de yine askerler midir? Kârını maksimize etmek, bunun için emekçileri köleleştirmek, serbest üreticileri üretim araçlarından kopartıp proleterleştirmek, işçileri baskılamak üzere devasa bir işsizler ordusu yaratmak, askeriyle siviliyle bürokrasi için mi, yoksa kapitalist için mi varoluşsal/sınıfsal/objektif bir zorunluluktur?

İşe seçim ve siyasî partiler kanunu değiştirmekle başlamayanlar için ‘demokrasi’, ağızlarına alabilecekleri en son kelimedir. Ayrıca, iyi niyetle, demokrasinin önünün ancak yeni bir anayasayla açılabileceğini, değişiklik paketinin de bu yönde bir adım olduğunu düşünenlere hemen şunu öğretmek gerekir: Toplum, yönetmelik, yasa ve anayasa gibi hukukî metinlerle biçimlendirilebilecek olsaydı, sosyoloji diye bir bilim olmazdı. Demokrasi, önceden tasarlanmış ideal bir çerçevenin içi doldurularak kurulacak bir yapı değil, mevcut çerçevenin dar geldiği an ve noktaları itibariyle yıkılıp aşılması şeklinde gerçekleşebilecek bir süreçtir. Böyle bir sürecin varlıksal ön koşulu ise, insanların siyasal eylemliliklerinin önünü tıkayan, siyasete katılma imkânlarını eşitsizleştiren düzenlemelerin ortadan kaldırılmasıdır; referanduma sunulan paket ise kesinlikle böyle bir amaç taşıyor değildir. Başbakan da zaten, seçim barajının %7’ye indirilmesi için bile “Türkiye henüz hazır değil” buyurmuştur. Türkiye dediği, ben, siz, yani bu ülkenin insanlarıdır ve de bizlerin eşit seçme ve seçilme hakkına sahip olmak için biraz daha büyümemiz gerektiği kanaatindedir: Kendisi sanki bizim velîmiz de, ne zaman reşit olacağımıza da yine kendisi karar verecek. Sırf bu tavır bile, öz-saygı sahibi herkesin önümüzdeki referanduma dolgu maddesi olmayı reddetmesi için yeterli sebeptir. Ancak, askerî vesayeti kırıyoruz teraneleri arasında hepimiz üzerinde en keyfîsinden bir velayet kurma peşindeki bir iktidarın oyununu bozacak bir boyuta, yani en azından %50 oranına ulaşmayan bir boykotun doğrudan doğruya diktatörlük yanlılarının işine yarayacağı da bir veri iken yapılacak tek şey, mutlaka ve mutlaka sandığa gidip ‘hayır’ oyu vermektir.