Parklar, insanın kendini misafir değil, oranın bir parçası olarak hissedebileceği açık hava mekânları olmalı

Lütfen çimlere basınız!

> ESRA TANRIBİLİR @irritablerains

Sanki yazın sıcağında kavrulduğumuz yetmezmiş gibi bir de ülkenin sorunlu gündemiyle boğuşuyoruz. Birazcık soluklanabileceğiniz ve nefes alabileceğiniz bir yer arıyorsanız, parkları öneririm.

Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadığı gibi parklar da eskisi gibi değil. Artık herkes onların neden var olduğunu ve neden var olmaya devam etmesini gerektiğini bildiğinden daha çok kullanılıyor. Örneğin, on yıl öncesinde Maçka Parkı’nda bir akşam üzeri görebileceğiniz insan sayısı bir elin parmaklarını geçmezken şimdi gölgesine sığınacağınız bir ağaç bulmakta bile zorlanabilirsiniz.

Peki, siz en son ne zaman bir parka gittiniz? Çocuk parklarının etrafındaki betonlara emaneten kondurulmuş banklarda geçirdiğiniz zamanları kastetmiyorum, en son ne zaman çıplak ayakla toprağa bastınız veya uzanıp gökyüzünü seyrettiniz diye soruyorum. Ülke olarak kamuya açık yeşil alanlar konusunda pek de şanslı olmadığımız hepimizin bildiği bir gerçek. Herkesin etrafında yürüyerek ulaşabileceği bir park olmayabilir ama en azından bir araç değiştirerek ayaklarınızı toprağa basabileceğiz bir yere gidebilirsiniz.

Gerçekten de arada “topraklama yapmak” zorunlu bir ihtiyaç. Yapımız gereği bu kadar negatif elektriği kaldıramıyor, sık sık arıza veriyoruz. Beş dakika kadar mavi gökyüzüne baktıktan sonra, gözlerinizi şehrin sıkıntılarına kapatıp, doğanın sesine biraz kulak verdiğinizde ne çok şeyin değiştiğini hemen fark edeceksiniz. Eğer zaten bir parkta değilseniz, hemen şimdi kalkın ve size en yakın olanına gidin. İnsanların nasıl baktığına da çimenlere basılmaz yazılarına da aldırmayın. Çimenlerine basılmayan, üstünde yatılmayan bir park, park filan değildir. Adına seyirlik deyin, selfie fonu deyin ne derseniz deyin ama park demeyin.

Ülkemizde bu peyzaj olayında kesinlikle yanlış anlaşılan bir şeyler var. Kamusal yeşil alanları, kızgın ve yeteneksiz bir “Edward Scissorhands”in elinden çıkmış gibi şekillendirmenin ve birkaç haftalık ömürleri olan çiçeklerle donatmanın onları güzelleştirmekten öte, işlevsizleştirdiğini görmek için uzman olmaya gerek yok. İnsanın hiçbir zaman tam anlamıyla taklit edemeyeceği doğanın kendine has bir estetiği zaten var. Parklar, insanın kendini misafir değil oranın bir parçası olarak hissedebileceği açık hava mekânları olmalı. Siz de doğayı pasif olarak izlemek yerine, bir ağacın altına yatıp, güneş ışıklarının yaprakların arasından nasıl süzüldüğünü, yanınızda kaçışan karıncaları, ağaçlara tırmanan sincapları, dallardaki kuşları gözlemlemek ya da sadece uzanıp kitap okumak istemez misiniz?

DOĞAYA YABANCILAŞMA
Bireyin yalnız doğayla ve toplumla değil, kendisiyle de yabancılaştığı bir çağda, sistemin içinde kaybolduğumuzun farkında bile olmadan korunaklı alanlarda kontrollü hayatlar yaşıyoruz. Oysa kentsel açık alanlarda geçirilen zaman ne kadar fazlaysa toplumun farklı kesimlerinden gelen farklı insanların (geçmişinden ve gelirinden bağımsız olarak) karşılaşma olasılığı da o kadar artar. O halde, insanlara zoraki dayatılarak sürekli tüketmeye teşvik eden AVM türü kamusal alanlar yerine gidilecek yerler de bellidir. Yılın üçte birinde açık havada zaman geçirmenin mümkün olduğu bir iklime sahipken, insanları kapalı alanlara tıkıştırmanın hiçbir mantıklı açıklaması olamaz.

İstanbul gibi bin bir çeşit insanı barındıran bir metropolün parklarının da gelir düzeyine bağlı olarak bulunduğu semtlerin özelliklerini taşıması normal. Örneğin, Maçka Parkı’nda mangal yapmak pek hoş karşılanmazken, Fethi Paşa Korusu’nda içki içilmesi uygun olmayabilir. Kuşkusuz, kamusal alanların kamuya tamamen ait olma fikrinin yanında bu alanların kullanımları da birlikte yaşama alışkanlıklarıyla ilgili toplumsal kurallara tabi. Maalesef, zaten az olan kamusal açık alanlardan faydalananlar daha çok erkekler; kadınlar, anlaşılabilir nedenlerle, birçok yerde hâlâ parkları tehlikeli buluyor. Umarım bir gün kadınların da tek başlarına, tedirginlik duymadan ve rahatsız edilmeden parklarda (bulunduğu semt fark etmeksizin) yalnız başlarına zaman geçirebileceği bir dünya mümkün olur.

Peki, kamunun bir parçası olan evsizler, yoksullar, yabancılar, şu an ülkemizin birçok şehrinde parklarda ikamet eden Suriyeli Göçmenler... Onlara ne kadar yer var parklarımızda? Yoksa korunaklı sitelerimiz gibi yüksek duvarlarla çevrilen güvenlikli parklarımız da sadece belli bir zümreye mi ait? Bizler doğayla bütünleşirken bir yandan da bu parklardan uzak tutulanların kamusal alanlarda bulunma hakkını, hepimizin ciddi ciddi düşünmesi gerekiyor.