Öğrencilik yıllarımda Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Alsancak’ta, stadyumun hemen yanındaydı.

Öğrencilik yıllarımda Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Alsancak’ta, stadyumun hemen yanındaydı. Bu yüzden ulaşmak da kolaydı, tarif etmek de... Mimarlık Fakültesi’nin yaptığı o güzel küçük barakalarla örülü alan sonradan terkedildi; fakülte İzmir’in ta öbür ucuna, Narlıdere’de sevimsiz bir arazinin ortasındaki beton bloklara taşındı. O binalarda okuyan öğrenciler okulun yerini tarif ederken neler yaşadı bilemeyeceğim, ama yolumu her düşürdüğümde fakültenin bulunduğu sokağın başındaki tabela beni mutlaka yeniden çarpıyordu: Yavuz Bingöl Sanat Sokağı... Türkiye’nin özellikle sinema konusunda en önemli fakültelerinden birinin bulunduğu sokağın adı, ülkedeki kültürel kafa karışıklığının çok açık bir örneğini sunuyordu.

Yavuz Bingöl iyi bir müzisyendi, tamam. Eh, biraz çekingence de olsa sosyalistliği de vardı, diyelim ki o da tamam. Bu unsurlar ‘90ların başında yeni yeni ünlenmeye başlamış bir müzisyeni belli oranda saygın bir karakter yapabilirdi ama ismini bir sokağa vermek için başka şeyler de gerekiyordu sanki...

‘Sanat’ konusu daha da netameli! Gerçi şarkı, türkü söyleyen herkesin ‘sanatçı’ olarak nitelendiği Türkiye’de Yavuz Bingöl’e haydi haydi sanatçı diyebiliriz, ama evrensel tanımlamalar düzeyinde aslında sanatçı olmadığını da biliriz. Böyle bir ‘sanat simülasyonu’ karşısında haftanın beş günü o sokaktaki fakülteye giden Oğuz Hoca'nın (Adanır) ve Baudrillard’ın kulakları çok çınlamıştır sanırım...


Bunlar sokağın ismini benim gibiler için yeterince tartışmalı hale getiriyordu ama çok da önemli değildi, Türkiye’ydi işte! Sonra çok kötü şeyler oldu; çocuklar öldü, insanlar kırıldı. Bunların sonucu olarak sokağın adı değişti.

Yavuz Bingöl RTE’nin iftarına katıldı. Eğer Türkiye, Haziran 2013-Temmuz 2014 arasını yaşamamış olsaydı bu çok da büyük bir tartışma konusu olmazdı belki. Yani gencecik insanlar iktidar tarafından öldürülmüş, ölen çocukların anneleri miting meydanlarında akıl almaz bir biçimde nefret nesnesine dönüştürülmüş olmasaydı...

Bingöl’ün meseleyi ‘solcu müzisyenin sağcı başbakanın davetine icabeti’ basitliğine indirgeme çabasıyla dile getirdiği “Kılıçdaroğlu Başbakan olsa sağcı bir sanatçının elini sıkamaz mı?” savunması da doğrusu uzun zamandır duyduğum en saçma şeydi. Diyelim ki başka birisi başbakan; mesela Kılıçdaroğlu ya da Alper Taş. Eğer polisin öldüren şiddeti konusunda zerre kadar utanç ve vicdan azabı duymadan “Emri ben verdim!” diyebiliyorsa, bile isteye ülkenin demokrasi damarlarını paramparça ediyorsa, aile boyu milyar dolarlık yolsuzluklarla anılıyorsa, istisnasız her konuşmasında "Eyy bunlarrrr!" diye nefret tohumları ekiyorsa, bırakın sağcıyı solcuyu, insanlık onuruna sahip çıkma konusunda hassas olan bir tek kişinin bile o huzura gitmemesi icap eder. Gidiyorlarsa Kılıçdaroğlu’nun/Taş’ın duruşunu kabulleniyorlar demektir. Yavuz Bingöl çıkıp “Yaa ben öyle bir insan mıyım?!” diyebilir, ama eşyanın doğası böyle: Yaklaşan seçim nedeniyle RTE’nin iftarına katılan herkes onun halkla ilişkiler operasyonunun bir aracına dönüşüyor, gerçekte öyle olmasa bile bu katılımla izleyici (halk) algısı açısından ister istemez RTE’yi desteklediğini, yaptıklarını ve yapacaklarını sahiplendiğini beyan etmiş oluyor.

Mesele bizim için çok basit: Yavuz Bingöl kim bilir hangi saikle, bu acı gerçeği hiç düşünmeden gidip Berkin Elvan’ı, Abdullah Cömert’i, Ali İsmail Korkmaz’ı, Ethem Sarısülük’ü, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Medeni Yıldırım’ı öldüren emri veren adamla muhabbet etti. Narlıdere Dayanışması da ortak insanlık vicdanının sesi oldu, Yavuz Bey’le Recep Bey el sıkışırken muzipçe onları izleyen kalın kaşlı çocuğun misketlerini dizdi oynasın diye: Yavuz Bingöl Sanat Sokağı’nın sâkil ismini Berkin Elvan Sokağı olarak değiştirdi.

Böylece DEÜ GSF öğrencisi olmanın anlamı Narlıdere halkı tarafından yeniden belirlendi, derinleşti, Alsancak’ta olduğundan çok daha güzelleşti.