Siyasetsizlik Türkiye’deki 6’lı muhalefetin de belki en belirgin özelliği. İktidarı almaları durumunda Türkiye’yi bugüne getiren ekonomi politikalarını ne yönde değiştirebileceklerine dair henüz hiçbir şey söylemediler.

Macaristan seçimlerinden çıkan ders: İnsanlar aptal değil

Cangül Örnek

Macaristan’da Viktor Orban oyların yüzde 53’ünü alarak üst üste dördüncü kez seçim kazandı. Üstelik 2018’e göre oylarını artırmayı başardı. Muhalefetin ortak adayı Peter Marki-Zay ise anketlerde Orban’ı birkaç puan farkla takip ediyor görünse de, epey geride, yüzde 34’te kaldı.

Sonuçların Macaristan’dan sonra en fazla tartışıldığı ülke herhalde Türkiye’ydi. Pek çok kesim ve isim Macaristan’daki seçim sonuçlarını masaya yatırdı. Ancak çok tartışılması her boyutun ele alındığı anlamına tabii ki gelmiyor. Bu yazıda bir noktadan sonra kısırlaşan “anahat” Macaristan tartışmalarından saparak biraz farklı bir hatta girmeyi öneriyorum.


Doğu Avrupa’da ve eski Sovyet ülkelerinde bir tuhaflık

Macaristan’da özellikle son bir yılda sürdürülen tartışmaları ve seçim sathına girildiğinde yoğunlaşan suçlama ve atışmaları takip edenlerin Türkiye’den bakınca bazı şeylere şaşırması gerektiğini düşünüyorum. Birleşik muhalefetin adayı, gerici bir siyasetçi olan Marki-Zay’in “solun adayı” olarak gösterilmesinden bahsetmiyorum. Nihayetinde ülkemizde de Ekmeleddin İslamoğlu gibi muhafazakâr-milliyetçi bir figür Recep Tayyip Erdoğan’a alternatif olarak gösterilmiş ve solun da bu isme oy vermesi istenmişti.

Marki-Zay konusunda asıl şaşırtıcı olan ise seçim sürecinde rezervsiz bir NATO-AB taraftarlığını temsil etmesi oldu. Belli bir gelişkinlikteki bir kapitalist ülkede olağan olan, liderlerin bu tür güç merkezlerine göstermelik de olsa belli bir mesafe koymalarıdır. Bu mesafenin gerçek olması gerekmez ama bu, mesafe iddiasının tamamen anlamsız olduğunu da göstermez. Nihayetinde her yerde iktidarlar müttefikleriyle bile pazarlık yaparlar. Marki-Zay, açıklamaları ile bu mesafeyi o kadar sıfırladı ki, AB ya da NATO üyesi bir ülkede iktidara aday bir siyasi lidere değil, daha ziyade AB ya da NATO sözcüsü bir bürokrata yakıştırılabilecek açıklamalar yaptı.

Bu “mesafesizlenme” Doğu Avrupa ve eski Sovyet coğrafyalarında çok sık rastlanan bir siyasetçi tipinde görülüyor. Benzer bir örneği hatırlattığımızda ne demek istediğimiz daha net anlaşılabilir. Bu örnek, eski Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili. Saakaşvili, ABD’nin iş göreceğini düşündüğü her coğrafyada görevlendirebileceği bir siyasetçi tipi. 2004’te ABD ve AB’nin desteğiyle Gürcistan’da koltuğa oturan Saakaşvili, Gürcistan halkının karşı karşıya olduğu büyük ekonomik ve sosyal güçlüklerin çözümünde yol almamış, Batı’yı arkasına almanın özgüveniyle enerjisini Rusya ile çatışmaya yoğunlaştırmıştı. Sonuç, ülkesinin Osetya’yı kaybetmesi oldu. Süresi bitince 2013 yılından itibaren ABD’ye yerleşerek burada çalışmaya başladı. Sonra kendisini ülkesinde yargılanırken, Ukrayna’dan vatandaşlık alırken ve -bu işi yapacak bir Ukraynalı bulunamamış gibi- Odessa’da valilik koltuğunda otururken gördük.

Marki-Zay’e geri dönecek olursak, kendisi bir Saakaşvili olmasa da, halkına yapacakları tercihin Batı ile Putin arasında bir tercih olduğunu söylemesi başlı başına bir garabet. Marki-Zay bununla da sınırlı kalmadı. Orban’ın Macaristan topraklarından Ukrayna’ya silah geçişine müsaade etmemesini ve savaşa doğrudan müdahil olmaktan geri durmasını eleştirdi. Eğer kendisi başa gelirse NATO şemsiyesi altında Ukrayna’ya asker gönderebileceğini söyledi. Hâlbuki gerek NATO gerekse ABD, şu ana kadar yaptıkları açıklamalarda bu çatışmaya doğrudan müdahale etmeyeceklerini özellikle vurguladılar.

Bilindiği gibi Marksist devlet kuramı içinde “araçsal devlet” anlayışı, devleti burjuva sınıfının bir yürütme organı, burjuva sınıfının hâkimiyetini sağlayan bir araç olarak görür. Bu yaklaşımın pratik karşılıklarından biri, solun siyasi liderler için kimi zaman burjuvazinin, kimi zaman emperyalizmin “kuklası”, “maşası” suçlaması yapmasıdır. Siyaset biraz da bu “kısa devre” ifadelerin gücü üzerinden sürdürülür. Ama siyasetin, hukuki-kurumsal kılıfın ardındaki ilişkilere basitleştirerek ve vulgar bir dille işaret etmesi başka şeydir, gerçeğin kendisinin bu kadar vulgar olması başka bir şey.

Burada tabii ki tek sorunun aday seçiminden ibaret olduğunu, Marki-Zay yerine “ülke çıkarı” iddiasını daha usta bir şekilde halka yutturacak bir aday bulunsaydı her şeyin farklı olabileceğini iddia etmiyorum. Bu tip figürlerin varlığı şahıslarla ilgili bir mesele değil. Onları öne çıkaran, post-sosyalizm döneminde siyasetin konusunun halkın beklenti ve taleplerine yabancılaştığı oranda, ülkelerin özellikle ABD ile ilişkilerinde adeta “yarı-sömürgelere” dönüşmesi.

Öte yandan, seçim sürecinde iktidara talip olan aktörlerin Batı’nın ve sermayenin desteğini sağlamayı ve bu odaklardan onay almayı çok önemsediklerini Türkiye’de de görüyoruz. Gerek CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, gerekse İYİP Lideri Meral Akşener’in Rusya-Ukrayna gündeminde tam boy Batıcılık yapmaları, bana kalırsa, politik tercihlerinden önce bu tür bir “onay ihtiyacı”ndan kaynaklanıyor. Bu yüzden de tıpkı Orban’ın rakibini boşa düşürdüğü gibi Erdoğan da kendilerini Rusya-Ukrayna gündeminde boşa düşürebildi.

Sorun seçim kampanyası değil çünkü halk aptal değil

Macaristan’da yenilginin nedenini anlamaya çalışanlar arasında, sorunu adayda ya da seçim kampanyasında bulanlar oldu. Türkiye’de yaklaşan seçimlerde 6’lı muhalefet ittifakını bu konularda dikkatli olmaya çağıranları dinledik. Oysa sorulması gereken şu: Macaristan’da iktidar karşısında muhalefetin sorunlarını çözebilecek alternatif bir programı var mıydı?

Enflasyonun bir süredir yükseldiği, büyümenin yetersiz kaldığı, sosyalizm sonrası özellikle temel hizmetlerin halka sunulmasında büyük sorunlar yaşayan, halkın yaşam koşullarının kötüleştiği bir ülkede, birleşik muhalefet, Orban’ın “sopalı neo-liberalizmine” alternatif sunmadığı gibi, bu politikalara gerçek anlamda karşı bile değildi. Bu koşullarda Orban neo-liberal popülizminin, birkaç temel üründe tavan fiyat uygulamak gibi (bu ürünler arasında un, şeker, yağ, bazı et ürünleri ve süt yer alıyor) seçim ekonomisi hilelerine başvurması kolay oldu. Muhalefet ise Orban yönetimine yolsuzluk suçlamasıyla yüklenmeye çalıştı.

Aslında az gelişmiş-gelişmekte olan ülkelerde “yolsuzluk” başlığının tüm sorunların kaynağı olarak gösterilmesi, yanlış bir teşhisten ziyade bilinçli bir çarpıtmayı içeriyor. Yolsuzluk tartışması, ekonomik sorunların ve gelir adaletsizliğinin kaynağı olarak kapitalizmi değil, yolsuzluk yapan hükümetleri ve bürokratları göstermeye yarıyor. Böylece yolsuzlukla mücadele kapsamında IMF, Dünya Bankası gibi kurumların gözetiminde yürütülecek reformlarla devletin işleyişi piyasaya uyumlu kılınıyor. Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrası sosyalist ülkelerde kapitalist devletin yapılanma süreci bu şekilde Batı tarafından yürütüldü. Macaristan’da Orban yönetiminin yolsuzluğa bulaşmadığı tabii ki söylenemez. Ancak Marki-Zay’in yolsuzluk başlığını açması, bu bölgede hem seçim stratejisinden öte anlamlar taşıyordu hem de muhalefetin köklü bir sosyal-ekonomik programı olmadığı için o boşluğu doldurmaya yarıyordu. Sonuç olarak, halkın buna kanması beklendi ama halk kanmadı.

Aynı siyasetsizlik Türkiye’deki 6’lı muhalefetin de belki en belirgin özelliği. İktidarı almaları durumunda Türkiye’yi bugüne getiren ekonomi politikalarını ne yönde değiştirebileceklerine dair henüz hiçbir şey söylemediler. Öyle bir paketleri olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur. Öte yandan CHP’nin bir nebze daha halkçı ve kamucu ekonomi politikalarının formüle edilmesinde etkili olan Selin Sayek Böke gibi bir ismin bu konularda pasifleştirilerek geriye itilmesi, AKP’nin eski Ekonomi Bakanı Ali Babacan’la ittifak yapan CHP’nin göstermelik de olsa halkçı bir ekonomi anlayışı ile ortaya çıkmayacağını gösteriyor. Türkiye’deki muhalefetin Macaristan’dakine göre avantajı Türkiye’de ekonominin çok daha kötü olması. Ama muhalefetin avantajı olan şey, halkın dezavantajı ve muhalefet halk için avantajlı bir ekonomik düzen vaat etmiyor.