Beni düşündüren, bir bilim adamının başucunda bir şiir kitabı, bir roman ya da kurgudışı bir popüler bilim kitabı değil, “iktidara giden her yol mübahtır” felsefesinin bayrağı olan kitaplar bulunması. Bunu, günümüzün her köşesine sinen ahlak ve siyaset anlayışının üniversiteye olan nüfuzunun bir temsili olarak mı okumalı?

Machiavelli ve bilim insanlığı

YALIN GÜNDÜZ*

Son haftaların en büyük siyasi hareketliliği Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması sonucu yaşandı. Karardan rahatsız olan sadece üniversitenin öğretim üyeleri ve öğrencileri değildi; neredeyse, tüm Türkiye bu konuya kilitlendi. Atanmış rektörle ilgili intihal tartışması gibi çok ciddi akademik hassasiyetlerin paylaşılması bir yana, şahsın geçmişiyle ilgili birçok başka detay sosyal medyaya serildi. Bu süreçte, yeni rektörün geçmişte öğrencilerle yaptığı bir söyleşinin video kaydını izlerken, bugünkü yazımın da düşüncesi gelişti.

Sözü geçen, eski tarihli videoda, Rektör Bulu ile (üniversite gazetesine?) mülakat yapan öğrencilerden biri, en sevdiği kitapların hangileri olduğu sorusunu yöneltiyor. Bulu, kendi araştırma alanının strateji yönetimi olması dolayısıyla Sun Tzu’ndan Savaş Sanatı ve Machiavelli’den Prens adlı eserleri başucu kitabı olarak gördüğünü söyleyerek soruyu yanıtlıyor. Bu iki eser, gerçekten de siyaset bilimi ve strateji yönetimi alanlarında klasikleşmiş, günümüze kadar ulaşan çok değerli yapıtlar. Beni düşündüren konu ise eserlerin değerinden bağımsız: Bir bilim adamının başucunda bir şiir kitabı, bir roman, ya da kurgudışı bir popüler bilim kitabı olmasındansa, “iktidara giden her yol mübahtır” felsefesinin bayrağı olan kitaplar bulunması. Bunu, günümüzün her köşesine sinen ahlak ve siyaset anlayışının üniversiteye olan nüfuzunun bir temsili olarak mı okumalı?

Ne diyordu Machiavelli? Başa geçmiş yeni prense (16. yüzyılın Medici ailesine) stratejik siyaset tavsiyelerinde bulunuyordu. Bir prensi ya kader (Fortune), ya yetenek (Virtue), ya da bu ikisinin bir karışımı başa geçirirdi Machiavelli’ye göre. İnsan kaderin getirdiği olumlu durumları sonuna kadar kullanmalı, olumsuz durumların ise etkisini azaltacak önlemler almalıydı. İnsan, kader karşısında kendini stratejik bir konuma yerleştirmeli, asla ama asla, kaderini kabullenmemeliydi. Bunu yaparken de fiziksel ve ruhsal her türlü yeteneğini seferber etmeliydi.

ÜNİVERSİTE BİR YUVADIR

Kişilerin okuma tercihleri üzerinden eleştiri ve genelleme yapmak istemesem de, izlediğim kısa söyleşi verdiği mesaj açısından çok vurucuydu. Bunun sebebi, gelinebilecek her türlü makam, oturulabilecek her türlü koltuk arasında, rektörlük koltuğunun özel bir yeri olduğunu düşünüyor olmam. Çünkü her şeyden önce, bilim adamlarının evrensel bilgiyi dayanışma ve coşkuyla ilerlettiği, öğrencilerin ise bilim musluğuna ağzını dayayıp kana kana içtiği bir yerdir üniversite; bir vahadır. Evrensel bilgiye toplu iğne başı kadar bile olsa bir katkıda bulunma ümidi olan her birey için sığınılacak bir yuvadır; cehalet çölünün ortasında ciğerlerimize yaşam kültürü ve bilgi pompalayan bir çeşit soluma cihazıdır. Böyle bir yeri yöneten rektörün seçiminde ise üniversiteyi oluşturan bilim adamlarının aralarından taşıdığı değerlerle süzülmüş, araştırmacı kimliği kuvvetli, aynı zamanda da sevgi ve saygı duyulan kıdemli bir bilim adamında uzlaşmanın önemi yüksektir. Tam da bu sebeplerle, rektörlük elde edilecek siyasi bir makam, bir hükümdarlık mercii değildir. Rektörlük, bilim insanlarının araştırma ve bilgiyi aktarma enerjisine, öğrencilerinse bilgiyle yetkinleşmelerine destek olma ve yön gösterme sanatıdır. Rektörlüğe giden yol stratejik siyasetin değil, evrensel bilginin yolu olmalıdır.

Dünyada durum farklı mı? İktidar hırsıyla beslenen cehalet ve popülist siyasetin, bilgiye sahip olanlar üzerinde gitgide daha etkin olarak kendini hissettirdiği tahakküm, 21. yüzyılın ana problemini oluşturacak gibi görünüyor. Geçtiğimiz günlerde, hiçbir dayanağı olmayan “QAnon” adlı komplo teorilerine körükörüne inanan binlerce Amerikalı, Başkan Trump’ın kışkırtmalarına uyarak ulusal kongre binasını işgal etti. Cehaletin varabileceği boyutları göstermesi açısından tüm dünyanın ibretle izlediği bir kalkışma oldu bu. Gerek medya ve sosyal medyanın, gerekse internet üzerinden yayılan propaganda kanallarının bulanıklaştırdığı sis içinde hareket eden bu kör ve cahil topluluk, dünyanın en çok bilgi üreten ülkesinde bunları yapabiliyorsa, geri kalan ülkelerin bilgi temelli geleceği için nasıl bir beklentiye girmeli? Koltuk ve iktidar hırsı ile sürüklenen kitlelerin körlüğü, sadece bilimin yuvası üniversite kültürünü değil, belki de tüm dünyayı popülist bir rüzgarla yeniden Ortaçağ karanlığına sokmakla tehdit etmekte.

ATATÜRK’ÜN MİRASI

Bu karmaşada bizlere düşenin ne olduğu aslında açık: Bunun için Mustafa Kemal Atatürk‘ün bıraktığı en değerli mirasın Cumhuriyet devrimlerinden de ötede bir hazinede yattığını görmek ve o hazineye bireysel olarak sahip çıkmak gerekiyor. Cumhuriyet'in kuruluş aşamasında, okuryazarlığın ayağa kaldırılmasına, köy enstitülerinin kurulmasına ve üniversitelerin çağdaş düzeyde eğitime geçmesine çaba göstererek aslında bilimi ve aklı merkeze yerleştirmiş ve 21. yüzyıl için yol haritamızı çizmiştir Atatürk: “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”

Son sözü yeniden Machiavelli’ye verelim: Yazar, ünlü eserinin bir bölümünde sevilen mi, yoksa korkulan bir yönetici olmak mı daha iyidir sorusunu, “Korkulan bir yönetici olmak daha faydalıdır” diye yanıtlar ve ekler: “Yalnız asla nefret edilen bir yönetici olmamaya dikkat etmelisiniz.” Üniversitelerimizin tarihinden bildiğimiz üzere, nefret edilen rektörler, dönemin öğretim üyeleri ve öğrencileri için acı anılarla birlikte hatırlanagelmişlerdir. Bu açıdan nefret edilen bir üniversite yöneticisi olmak, sadece Machiavelli’nin önerdiği şekliyle koltukta kalabilmeye bir tehdit değil, aynı zamanda öğrencilerin ve öğretim üyelerinin hafızasında, evrensel bilgi ve akademik kültürle çelişiyor olmanın utancını taşımaktır.

*Alman Merkez Bankası Kıdemli İktisatçısı