Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ni benzin döküp yakmaya çalışan adamın -daha doğrusu Türkiye’nin- başına gelenleri okumuşsunuzdur.

Savcı ”tutuklansın” dedi. Hâkim serbest bıraktı. Savcı itiraz etti. Hâkim itirazı reddetti. Savcı ısrar etti. Bir üst mahkemeye başvurdu. Ve bu kez itirazı kabul gördü. Üst mahkeme, “tutuklanmak üzere yakalama kararı” verdi.

Sonuçta tutuklama çıkmış olabilir. Ama böyle bir vakada, yargının birbirine tamamen zıt iki karara imza atmasına ne denebilir?

Adam eline benzin bidonu almış. Gidip binanın önüne benzini dökmüş, kibriti çakmış. Bütün bunlar güvenlik kamerası tarafından kaydedilmiş. Yani, gazetecileri içeri attıktan sonra “kanıt” toplamaya çalışanların aksine, bu kez kanıt ayaklarına gelmiş. Üstelik, adam inkâr da etmemiş. Hatta övünmüş. Vatan sevgisinden falan söz etmiş… Abdülhamit’in torununa hakareti içine sindiremediğini söylemiş falan…

Buna rağmen, bir hâkim tutuklanmasına gerek olmadığını düşünebilmiş. Bu yönde karar vermiş. Verebilmiş.

İçinde herhangi bir ismin geçmediği tweet yüzünden kaç kişi içerde, biliyor musunuz!

Kimisi doğrudan Erdoğan’a hakaret etmiş sayılıyor. Kimisi -ne demekse- üst düzey kamu görevlilerine!

Cumhurbaşkanına, başbakana, bakanlara “ima yoluyla” bile söz söyleyemezsiniz. Ama o merkezin kurucusunu hedef gösterebilirsiniz. Yakıldığı zaman alkışlayabilirsiniz. Gazeteniz, bu yüzden takibata uğramak ne kelime, neredeyse tebrik edilir.

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ni yakmaya kalkan adamın yılışık bir ifadeyle övünmesini haber bültenlerinde izlerken midem bulandı. Hâkimin serbest bırakma kararıyla coşmuş vatan millet aşkından söz ediyordu.

Kendine güveni tavan yapmıştı. Ne de olsa devir ONUN VE ONUN GİBİLERİN DEVRİ değil miydi!

***

Madımak’ı, Madımak davasını hatırladım.

Mahkeme Başkanı’nın “İnsanlık suçunda zamanaşımı olmaz ama bu suçu işleyenler kamu görevlisi değil sivil oldukları için davanın düşmesine karar verildi” cümlesini hatırladım.

O karar sonrasında, katliamda yakınlarını yitirenlerin mahkeme önünde gaz yemesini... Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın da “Hayırlı olsun” deyişini hatırladım.

Kusura bakmayın ama, bugün başımıza gelenleri hak ettik.

Çünkü, Madımak yanarken sular seller olup Sivas’a akamadık. O güzelim insanları vahşetin elinden kurtaramadık. Cenazelerine milyonlarla koşamadık. Dava “zaman aşımı” gerekçesiyle düşerken mahkeme önünde değildik. Annelerini, babalarını, evlatlarını yitirenlerin yanında değildik.

Şimdi Ahmet Şık, Musa Kart, Kadri Gürsel, Atilla Taş ve daha niceleri “neyle suçlandıklarını bile bilmeden” cezaevinde. Piyanist Dengin Ceyhan bir tweet yüzünden cezaevinde. Bu ülkenin en değerli akademisyenleri kapı önünde. Yetmiyor. Müjdat Gezen Sanat Merkezi nezdinde sanat / bilim / özgürlük yok edilmeye çalışılıyor.

Dedim ya, bu noktaya bir günde gelmedik. Türkiye’nin görüp görebileceği en korkunç katliam... Kamera eşliğinde saldıran barbarlar… Onları seyreden “yetkililer”… Madımak’a iki dakika mesafede yaşayıp eceliyle ölen “baş sanık”... Bir kara film karakteri değildi. Gerçekti. Oysa biz, onları film izler gibi seyrettik.

Menekşe’yi… Henüz 12 yaşındaki kardeşi Koray’ı… Metin Altıok’u… Hasret Gültekin’i… Sevgi dolu onca güzel insanı yalnız bıraktık.

Hatta içimizden kimileri, o katliamın davası düşünce “Hayırlı olsun” diyenlerle iş tuttu. Yanında yer aldı. Karanlık yolculuğa alkış tuttu.

***

Referandum bu yolculuğu tersine çevirebilir mi, bilmiyorum. Ancak, sandıktan “hayır” çıkması kuşkusuz çok büyük bir umut olacak.

Madımak’ta kaybettiklerimize…

Bugün cezaevinde, bizleri susturmak için rehin tutulanlara…

Daha davası bile başlayamayan Berkinimiz’e en azından bunu borçluyuz.