2 Mayıs 2014’te Ukrayna’nın Odessa kentinde, yine aşırı sağcı neo Nazilerin bir sendika binasını yakması sonucu 48 kişi yaşamını yitirdi. Elbette Batı medyası bunu görmedi.

Madımak’tan Odessa’ya yangın sürüyor

Serhat Halis

Toplumlar tarihinin önemli bir ayağını, insanlar arasında vuku bulan “çatışma” mefhumunun oluşturduğu gözlemlenir. Marks bunu; “tüm toplumların bugüne kadarki tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir[1] diyerek ifade eder.

Özerkmen ve Gölbaşı ise, şiddetin, insanın tarihsel ve toplumsal bir varlık haline gelmesiyle ortaya çıkan, sosyal bir olgu olduğundan bahseder ve aynı zamanda bütün toplumlarda görülen bir fenomen olması bakımından da, evrensel bir karakterde olduğunu ileri sürer(ler).[2]

Her halükârda toplumlar tarihinin politik bağlamlara sahip bir şiddet ağından müteşekkil olduğu görülür. Hatta bir adım daha ileri giderek, bu şiddetin “karşı tarafı” yok etmek üzerine örülü yıkıcı bir karakterle hayat bulduğundan bahsedebiliriz. Bu ise, “şiddet” ve “savaş” kavramları arasında anlamsal bir özdeşlik ilişkisi kurmamıza olanak sağlar.

Kuşkusuz “yok etme” ya da “öldürme” biçiminde açığa çıkan “şiddet”, toplumsal bir nitelik kazandığı andan itibaren; politika arenasının sınırları içerisinde yeşeren bir olguya dönüşüyor. Bu bağlamda politikanın, toplumsal çıkar ve çatışma ilişkilerinin bir sonucu olduğu düşünülebilir. Tam da bu yüzden Clausewitz; “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bir toplumun savaşı mutlaka politik bir durumdan doğar ve politik bir etkenden çıkar, işte bunun içindir ki savaş politik bir eylemdir[3] diyerek, politika ve şiddet/savaş arasındaki kopuksuz ilişkiye vurgu yapar.

Egemenler kendi şiddetini meşrulaştırıyor

Toplumsal bir karakter kazanmış şiddeti, “politik şiddet” olarak tanımlamak mümkün. Bu durumda ise, politikanın meşru kabul edildiği noktada, şiddetin de meşru kabul edilmesi olası hale geliyor. Bu yönüyle, “meşru kabul edilen şiddetin”, çağa yön veren “hâkim politika”nın tekelinde olduğu iddia edilebilir.

Örneğin ABD’nin, NATO’nun ya da herhangi bir Batı’lı gücün 3. dünyada uyguladığı tüm katliamlar bu çerçevede dünyaya “meşru” kabul ettirilmiştir. Benzer şekilde bugün, Batı’nın medya ve propaganda desteğiyle birlikte, Ukrayna’nın uyguladığı şiddet “meşru” olarak gösterilmektedir. Günümüz demokrasilerinde “yasal olarak şiddet kullanma yetkisinin” ya da “yasal olarak nükleer silah üretme yetkisinin” bazı devletlere ait olması, bu iddiayı güçlendirir.

Weber, “devlet”i ve “egemenliği”; “belirli bir coğrafya üzerinde şiddeti kullanma tekelini meşru biçimde elinde bulunduran…”[4] şeklinde tanımlar. Bu bağlamda “meşru şiddet”, gücü elinde bulunduranların sübjektif şekilde belirlediği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Benzer bir meşruiyet ağının, toplumlar arasındaki güç ilişkilerinde de geçerli olduğu söylenebilir. Tıpkı bugün Batılılar ve Ruslar arasında sosyal medyada ve sosyal hayatta yaşanankavgada görüldüğü gibi...

Dolayısıyla toplumsal çatışma ağı içerisinde, şiddeti meşru kabul edilen özne, güç ilişkileri içerisinde “iktidarda olanlar” ya da “propaganda gücünü elinde bulunduranlar” biçiminde beliriyor. Batı, bu yönüyle kendi şiddetini tüm dünyaya kabul ettirmiş, hatta katliamlarını “meşru” göstermeyi başarmış bir propaganda üstünlüğüne sahip aynı zamanda.

Bu meşruluk, günümüzde Batı’nın tekelinde şekillenen kültür-sanat-medya-akademi gibi kanallar üzerinden geliştiği ve yayıldığı için, çağın egemen doğruluk ölçütü, Batı’nın verdiği suya göre filizleniyor sıradan insanın bilincinde. Bugün bu meşruiyet çemberi öyle genişletilmiştir ki, Batı’nın uyguladığı “yakarak öldürmeler” gibi en uç fiiller bile, desteklenir ya da görmezden gelinir olabilmektedir.

Şiddetin araçsallaşmasından aracın şiddetine

Avcı-toplayıcı ve erken neolitikte şiddetin aracı olan taş, bir müddet sonra bu işlevini yitirdi. Taşın bu bağlamdaki araçsallığı; demir çağlarla birlikte, metale endeksli kesici ve delici aletlerin refakatinde yeşeren bir şiddet fenomenine dönüştü. Modernleşmeyle birlikte ise iktidarın gücünü sağlayan aygıtlar olarak; ateşli silahlardan, nükleer-kimyasal silahlardan ve hatta atom menşeli şiddet araçlarından bahsetmek mümkün hale geldi.

Çok farklı yöntemlere sahip bu şiddetin biçimlerinden birinin de; uzun bir süreden beri “yakma eylemi” olarak karşımıza çıktığı söylenebilir. Örneğin Orta Çağ Avrupa’sında “cadı avı” olarak ifade edilen, kimi heterodoks grupların yakılması mefhumu veya Türkiye’de “terörle mücadele” adı altında, kimi köylerin ve ormanların yakılması; bir politik şiddet eylemi olarak, yangının araçsallaştığı-eylemselleştiği alanları ifade ediyor.

Politik bir şiddet biçimi olarak “yakma eylemi”, 20. ve hatta şaşırtıcı bir şekilde 21.yüzyıl sosyal ve siyasal atmosferi içinde de kendine yer buldu. Oysa bu raddede uç bir şiddet biçiminin, tarihin akış aksına uygun olarak günümüzde sönülmenmiş olması beklenirdi. Ne yazık ki uygarlık geliştikçe “şiddetin azalacağı” yolundaki öngörülerin aksine; kapitalizmde, şiddetin farklı boyutlarda ve yoğunlukta bütün dünyada yaşanmakta olduğunu görüyoruz.[5] Buna, polirik gerekçelerle insanları yakmak da dahil.

Madımak’tan Odessa’ya

2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta gerçekleştirilen Pir Sultan Abdal anma etkinliklerine siyasal İslamcılar ve aşırı sağcılar tarafından düzenlenen saldırı, bir “yakma eylemi” ile sonlandı ve bu saldırıda 37 kişi yaşamını yitirdi. Ancak böylesi bir vahşet karşısında bile, mağdurları dışında toplumun diğer kesimlerinde güçlü bir reaksiyon gelişmedi. Hatta dönemin başbakanı Tansu Çiller; “çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” diyerek mağdurların değil, faillerin meşruiyetine omuz verdi.

2 Mayıs 2014’te ise Ukrayna’nın Odessa kentinde, aşırı sağcı neonazilerin bir sendika binasını yakması sonucu 48 kişi yaşamını yitirdi. Ancak tüm dünyanın gözü önünde yaşanan ve onlarca video kaydının refakati altında gerçekleşen bu katliam, Batı medyası ve (dolayısıyla) onun tesirindeki dünya insanı tarafından görülmedi. Görünür olduğu noktalarda ise umursanmadı. Kuşkusuz böylesi bir duyarsızlık, Batı’nın tekelindeki egemen haber kaynakları, bilgi akışı, medya ve kültür-sanat aygıtlarıyla mankurtlaştırılmış milyonların varlığına işaret ediyordu.

Başını ABD’nin çektiği Batı kapitalizmi, yakma gibi en uç katliam örneklerini bile, desteklenir ya da görmezden gelinir bir olay olarak kitlelerin beynine kodlamayı başardı. Çünkü kitle bilincini istediği gibi şekillendirme kudretine sahip.

Hem Madımak’ta hem de Odessa’da yaşanan katliamlar karşısında geniş kitlelerin beklenen düşünsel reaksiyonu göstermemesinin altında; egemenlerin, toplumu kendi istedikleri şekilde düşünmeye iterek birer oyun hamuruna çevirmiş olmaları yatıyor.


[1] Karl Marx&Frederich Engels, Komünist Manifesto, Can Yayınları, 2012. s. 49.

[2] Necmettin Özerkmen&Haydar Gölbaşı, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı: 15 s. 34, Mart-2010, Diyarbakır.

[3]Carl Von Clausewitz, Savaş Üzerine, Doruk yayınları, 2011, İstanbul.

[4] Max Weber, Meslek Olarak Siyaset, İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi, 2006.

[5] Necmettin Özerkmen&Haydar Gölbaşı, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Sayı: 15 s. 24, Mart-2010, Diyarbakır.