Siyasetimizde öteden beri çok da sorgulanmadan benimsenen bir tespit var: Mağduriyet kazandırır! Ölçülmüş ya da bilimsel olarak temellendirilmiş bir tespit olduğunu sanmıyorum. İktidar ilişkilerini ve tarihin motoru olan toplumsal çelişkileri ikincilleştiren bir yaklaşım… İnsanın bilinçli eylemi ile ve mücadele ederek değiştirebileceği statüleri ancak rastlantısal ya da bireysel durumlara bağlayan bir safsata.  Mağduriyet yaratan eylem zorunlu olarak iktidardan kaynaklandığına, […]

Siyasetimizde öteden beri çok da sorgulanmadan benimsenen bir tespit var: Mağduriyet kazandırır!

Ölçülmüş ya da bilimsel olarak temellendirilmiş bir tespit olduğunu sanmıyorum. İktidar ilişkilerini ve tarihin motoru olan toplumsal çelişkileri ikincilleştiren bir yaklaşım… İnsanın bilinçli eylemi ile ve mücadele ederek değiştirebileceği statüleri ancak rastlantısal ya da bireysel durumlara bağlayan bir safsata. 

Mağduriyet yaratan eylem zorunlu olarak iktidardan kaynaklandığına, iktidar da kendisine tehdit olarak gördüğüne saldıracağına göre zaten uzak/yakın alternatif haline gelmiş kişi ya da yapının “mağduriyetler” yaşaması kaçınılmaz. Dolayısı ile mağduriyet ilk ve belirleyici etken değil ancak bir sonuç olabilir.

Asıl belirleyenin “mağduriyet” olduğunu düşünenlere göre; “AKP’nin iktidara gelişinde temel belirleyen Erdoğan’ın -kendilerince haksız yere- aldığı ‘hapis’ cezasıdır. O ceza sonrası oluşan ve 28 Şubat sürecinde yaşanan ‘mağduriyet algısı’ AKP’yi iktidara getiren ana etkendir.” Böyle kabul ettiğinizde bir yandan AKP’nin içeride dayandığı, başta Fetullahçılar olmak üzere cemaatler ağını, öncesindeki karşı devrim sürecini, sermayenin tercihini gözlerden saklamış olursunuz. Aynı zamanda emperyalizme “yeşil kuşak” planından bu yana uyumlu şekilde eklemlenen siyasal islam projesini ve darbeler eliyle nasıl palazlandırıldıklarını da yavaş yavaş unutturursunuz. Uluslararası finans kapitalin “küreselleşme” için en elverişli partner olarak AKP’yi seçtiğini de artık hatırlamazsınız. 

En kötüsü de bunun sonucu olarak iktidarı bu mağduriyet üzerinden belirlenen karşı çıkılamaz aşkın bir varlığa ya da bir karizmaya indirgersiniz. Baş etmek için de tersinden mağduriyetler peşine düşersiniz. Elde ettiğiniz arızi başarıların bile arkasında belki de yüz yıllık eşitlik özgürlük adalet mücadelesinin ve yaşamları pahasına bu mücadeleyi verenlerin olduğunu gözardı edersiniz. 

“Mağduriyete” bu kadar başat rol verirken tarihin daimi ve gerçek mağdurları olan ezilenlere, sola, sosyalistlere iktidar yolunun mağduriyet üzerinden açılmadığı gerçeği, bize asıl belirleyenin ne olduğunu gösteriyor. 

23 Haziran öncesi de, öteden beri siyasetsizleşme olarak adlandırdığımız sürecin özgün bir görünümü olarak daha önceden olmadığı kadar yeniden siyaset arenasına oturdu “mağduriyet”. 

Unutmayalım ki mağdur olmak haklı olmak anlamına gelmez.

AKP’nin, önce kaybedip sonra gasp ederek tekrarlattığı İstanbul yerel seçimine giderken ana stratejisinin mağduriyet propagandası olduğu anlaşılıyor. Hem de bugüne kadar genellikle mağdur sıfatı dışarıdan verilirken AKP adayının hemen 31 Mart sonrası doğrudan kendisini mağdur ilan etmesi ile başladı bu süreç. 31 mart sonrası tüm performansı AKP’nin temelsiz iddialarına hukuki gerekçe uydurmak olan YSK eliyle mağdur edildiğini söylüyor. Yenildiği bir seçimi tekrarlama fırsatı  tanıyan YSK mağdur etmiş! Başbakanlığı ve TBMM Başkanlığı sona erdiği halde bu görevlerin ayrıcalıklarını ve tüm devlet olanakları arkasına alıp “mağdur” olunuyorsa eminim “biraz da biz mağdur olalım!” diyecek milyonlar vardır! Kamu görevi sırasında biriktirilen devasa servet de ayrı bir mağduriyet olsa gerek!

Siyaseti imkansız ve gereksiz hale getiren mağduriyet söylemini terk etmek ve işlevsel halden çıkarmak gerek. 

Mağduriyet üzerinden kurulacak başarı kalıcı olamaz. Ancak daha büyük bir mağdur çıkana kadar idare edersiniz. Ama illa da bir mağduriyetin tarafı ve kavgacısı olacaksak, ister iftar yapsın ister yapmasın, ister AKP ye oy versin ister CHP ye oy versin çocuğuna pantolon alamadığı için intihar edenlerin, plastik öğütme makinesine düşerek can verenlerin, çaresizlikten kendilerini yakanların, barış istediği için soruşturulanların, sürülenlerin, savaştan kaçıp gelip emekleri ve bedenleri sömürülenlerin, işsizlerin, gelecek umudunu yitiren gençlerin, kapitalizmin çarkları arasında ezilenlerin tarafında ve kavgalarında yer alalım.

Hem 23 Haziran’ı kazanmanın hem de geniş kitlelerle kalıcı bağ kurmanın yegâne yolu budur.