Şohei Ooka, Anız Ateşleri’nde, Platon ve Stoacılar’dan Bergson ve Kierkegaard’a, Nietzsche’den yirminci yüzyıl varoluşçularına dek uzanan yaşama felsefesinin farklı biçimlerini, Tamura’nın fırtınalarla savrulan benliğinde ve düşüncelerinde bir araya getiriyor.

Mağlup bir askerin yalnızlığı

ALİ BULUNMAZ

İkinci Dünya Savaşı, yalnızca askerî, ekonomik ve sosyal değil, ruhsal yıkımlara da yol açtı; etkisi uzun süren ve hâlâ devam eden bu durum, kişilerin 1945 sonrası dünyaya uyum sağlamasını güçleştirdi.

Kendisini herhangi bir noktada konumlandıramayan ve yakın geçmişteki travmalar ile günlük yaşam arasında bocalayan çoğu kişi, benliğinin dehlizlerinde âdeta kayboldu, delilik sınırına geldi. Sorular, sorgulamaları tetikledi ve sorgulamalar da hayatta kalmanın ağır yükünü, savaştan sağ salim dönen fakat zihni bulananların sırtına yükledi.


Şohei Ooka, Anız Ateşleri’nde bu sorunu sonuna kadar yaşarken yaşamanın ne anlama geldiğini sorgulayan Tamura adlı askerin gözünden anlatıyor olup biteni. Asya-Pasifik’te Japonya’nın art arda yenilgiler aldığı ve hem askerî hem de toplumsal yıkımla yüzleştiği dönemde, akıl sağlığını günden güne yitiren Tamura’nın yakın geçmişe saplanıp kalırken ilerleme ve geride bıraktıklarını (ya da bıraktığını sandıklarını) anlama uğraşını getiriyor karşımıza.

Dünyadan uzakta bir adam

Tamura, savaş sırasında herhangi bir yara almamasına rağmen verem yüzünden bozulan sağlığı nedeniyle Filipinler’in Leyte Adası’nın sahra hastanesine gönderiliyor ve burada kimsesizliğinin yanı sıra yersiz-yurtsuzluğunun farkına varıyor. Ada ormanlarında uzun yürüyüşlere çıktıkça saplandığı çamuru hatırlıyor ve hatırladıkça akıl sağlığını daha hızlı kaybediyor.

Tamura, beden ve akıl sağlığı bozulurken bölüğünde ve hastanede kendisine sağlam bir yer bulmaya çalışıyor ama nafile. Savaşın Japonya için çıkmaza girdiği o günlerde, insanlıklarını uyandırmanın asker arkadaşlarına onlara haksızlık olacağını düşünürken cephelerin, orduların ve çatışmaların kişileri nasıl duygusuzlaştırıp vicdandan uzaklaştırdığını anlatarak yaşamının geri kalanını “ordunun takdirine göre değil, kendi istediği gibi geçirme” arzusuyla adımlarını hızlandırıyor.

Ooka’nın tasvir ettiği ve Tamura’nın uzun ve amaçsız yürüyüşlere çıkıp bol bol düşündüğü orman, güçlü bir metafor olarak da okunabilir. Tamura, ormanda yürür, düşünüp hatırlarken ordunun dışında kalışını ve yaşama yeniden katılışını kutluyor. Bu kutlamayı gölgede bırakan şey ise var oluşunun sırtına binen ağırlığı: Bilinci ve dış dünya arasındaki dengenin bozulduğunu ve bildiği yoldan gidememenin benliğinde uyandırdığı kaygıyı hissediyor, “ölene kadarki zamanını dilediği gibi yaşayacak olmanın anlamsız özgürlüğü”nü duyumsuyor, ölümün git gide soyut bir düşünce olmaktan çıkıp görüntüye bürünerek yaklaştığını fark ediyor. Bütün bunlar, “mağlup bir askerin yalnızlığı” paydasında birleşiyor. Tamura, mağlubiyeti ve yalnızlığı fark ederek, bilincinin hafızasının önüne geçtiğinin ayırdına vararak yaşadığını anlıyor. Yürüyüşleri sırasında etrafta rastladığı anız ateşleri misali aniden yüzleştiği bu gerçekler, onu hem ayakta tutuyor hem de geçmişi ve bugünü arasında salınırken Tamura’ya savaş alanlarında yeme-içme kadar sıradan bir şey olan cinayeti ve tesadüf eseri bir katil hâline gelişini sorgulatıyor.

Tüm bunlar olup biterken Tamura’nın zihninde bir soru dolanıyor: “Dağdaki tarlada birkaç patatesle sınırlanan hayatım gerçekten yaşanmaya değer miydi?” Ardından, başına gelenlerin kendisini nereye götürdüğünü de sorguluyor: “Ben masum bir insanı öldürmüş bir adamdım. Asker yoldaşlarımla karşılaştığım için sağ salim eve dönme umudunu yakalamıştım ve dahası, bunun bir uzantısı olarak teslim olup canımı kurtarmanın bir yolunu arıyordum. Ama sonuç aynıydı; kurtulsam bile bu dünyada yaşamam yasaklanmıştı.”

Geçmişi canlandırma ve yeniden yaşama arasında

Ooka, Tamura’nın düşündükleri ve sorguladıkları bağlamında, travmalardan mustarip bir kişinin yaşamını temize çekme ya da her şeyi yeniden yaşama gerilimiyle yüzleştiriyor okuru. Yanılgılar, kaygılar, arayışlar, yaşam-ölüm ikilemi ve ardından zihnini kurcalayan var oluş problemi, Tamura’yı bir girdabın içine çekiyor. Gezindiği orman ve ruhsal sıkıntıları ise onun labirenti hâline geliyor. “Yaşadığım kesindi ancak yaşama bilincim yoktu” diye düşünürken o labirente biraz daha hapsolan Tamura; hafızasındaki kopukluk nedeniyle bir noktaya kadar hatırlıyor, aklındakileri belli bir yere kadar not ediyor.

Yatırıldığı akıl hastanesinde, savaş meydanlarından 1946’ya uzanan süreci gerçeklerle hayalleri birbirine katarak anlatan Tamura, ufak çaplı bir başkaldırı sayesinde var oluşuna anlam katmaya uğraşıyor: “Nasıl ki kimse beni bir kez daha savaş meydanlarında ölmeye zorlayamazsa politikalarının bir parçası olarak sokaklara düşmeye de zorlayamaz (...) Gönülsüzce bu dünyaya geri döndüğümden beri, hayatımdaki her şey gönüllü bir hâl aldı; savaşa gidene kadar hayatım bireysel ihtiyaçlarıma bağlıydı ve en azından benim için kaçınılmazdı. Ama bir kez savaş alanında otoritenin keyfiliğine maruz kaldıktan sonra her şey birer tesadüf hâline geldi. Hayatta kalıp Japonya’ya dönmem de bir tesadüf ve bunun bir sonucu olarak şimdiki hayatımın tamamı da tesadüf. Belki de şu an önümde duran ahşap sandalyeyi hiç göremeyebilirdim.”

Geçmişi canlandırma ve yeniden yaşama arasında bir noktada dururken kaleme kâğıda sarılan Tamura; ölüm, yaşam ve savaşın doğurduğu hiçlik gibi üç temel noktadan bakmaya başlıyor olup bitene. Yazdığı hatırat, otoritenin kendisine dayattığı tesadüflerle şimdiki hayatı arasında bağlantı kurmasıyla şekilleniyor. Hatırlama eylemini, düzenleyip mantıklı hâle getirerek kendisini tedavi etmeye çabalıyor. Başka bir deyişle hatırlayarak tekrar yaşamanın hayatına anlam kattığını düşünüyor. Böylece Ooka, Platon ve Stoacılar’dan Bergson ve Kierkegaard’a, Nietzsche’den yirminci yüzyıl varoluşçularına dek uzanan yaşama felsefesinin farklı biçimlerini, Tamura’nın fırtınalarla savrulan benliğinde ve düşüncelerinde bir araya getiriyor.