Altyapısından geldiği kulübünde golle sonuçlanan akıllıca bir ortasından veya ağların ücra köşesine gönderdiği

Altyapısından geldiği kulübünde golle sonuçlanan akıllıca bir ortasından veya ağların ücra köşesine gönderdiği sert bir şuttan sonra başı okşanan küçük bir çocuktu... Bebekliğinde sırtüstü yatırılan her Türk genci gibi arka kısmı bombesini yitirmiş başının “abileri” tarafından okşanmasıyla kazınmış benim hafızama. Başı okşanırken “Evet, yaramazlık yaptım ama gördünüz işe yaradı işte” diyen bir çocuğun utangaç gururu yerleşirdi yüzüne.

Mahallenin çocuğuydu o. Semtin çocuğuydu. Esenler’in mahalle aralarında beş kardeşiyle geçen çocukluğuna rağmen Beşiktaş’ın çocuğuydu. Maçlardan sonra içinden geldiği sınıfın naifliğini, ailesinin hayatını kurtarma amacıyla yola çıkmış bir gencin sorumluluğunu yansıtan büyük büyük laflar ederdi. Büyümüş de küçülmüş hallerine rağmen takımda yıldızının en çok parladığı günlerde dahi sanki eline bir sapan verseniz, önüne üç-beş şişe dizseniz, kendinden geçerek saatlerce oynayacak gibiydi.

Sonra gitti. Yola çıktığında memleket toprakları dışında futbol oynama hayalinin peşine takılanlar arasında en zayıf halka olduğuna inanılıyordu. Çünkü yurtdışını deneyen diğerleriyle kıyaslandığında mahallesinden kopmayı becerememiş gibi duruyordu. Daha ürkek, daha yerel, daha kırılgan duruyordu.

Kısa sürede evine, mahallesine, anadiline duyduğu hasrete yenik düşeceğini düşünenlerin hepsini yanılttı. Tıpkı gençliğinin muzır gol sevinçlerine benzeyen bir ifadeyi suratına yerleştirerek konuştuğu İspanyolcasıyla Real Sociedad’ta ne kadar mutlu olduğunu anlattı bizlere. İspanya’nın bir dönem en çok konuşulan yabancı futbolcularından biri oldu. Ortalama Türk futbolseverin Barcelona, Real Madrid’le kısıtlı La Liga bilgisini bir üst seviyeye taşıdı.

Hadi klişeyle söyleyelim: Gurur duyduk onunla. Ne Hakan Şükür, ne Emre Belözoğlu, ne Okan Buruk... Yurtdışına transfer olurken hiçbiri Nihat kadar mahalle çocuğu olmadığı gibi, dönerken onun kadar dünya vatandaşı olmayı da beceremedi. Bir tek Nihat ziyadesiyle “buralı” gitti, ziyadesiyle “oralı” döndü.

Ne var ki, aynı Nihat döndüğünde gözündeki ışığı oralarda bir yerde bırakmıştı artık.

Yaşının 30’lara gelmesinden bağımsız söylüyorum, “büyümüştü” ne yazık ki.

“Ulen kerata” değildi artık.

Nihat başka bir mahalleye taşınmıştı. Bizim Nihat’a asla yakıştıramadığımız bir mahalleye...

Şimdi o racon kesiyor, akıl veriyor, gazetecilere “akıllı olmalarını” söylüyor.

Bir süre önce de havaalanında kendisine “Yaramazsınız” diyen bir taraftarın üzerine “Kim yaramaz?” diye yürümüştü. Taraftar muhtemelen “işe yaramaz” olduğunu hatırlatıyordu benim yukarıda “yaramaz bir çocuk gibi olduğunu” yazdığım Nihat’a.

Öncelikle şunu belirteyim: Kendisini öfkelendiren gazetecilerin meslek ahlakını filan savunmak bana kalmadı. Hatta şöyle söyleyeyim tartıştığı isimlerin gazetecilik anlayışının sonuna kadar eleştirilebileceğini düşünüyorum. Muhtemelen Nihat’ın yerinde olsam ben de gazetecilerle bir tartışma yaşardım. Futbolcuların taraftarlarla da tartışma hakkı olduğuna inanıyorum.

Ama tartıştığı insana “Sana kim para veriyor?”, “Paran yoksa vereyim oğlum!” diye seslenen Nihat’ın, taraftarın üzerine kabadayı edasıyla yürüyen Nihat’ın artık mahallemizle işi kalmamış demektir.

O yüzden gitmelidir Nihat.

Bizi parasıyla dövmeye kalkarak kafamızdaki Nihat’a ihanet ettiği için gitmelidir. Mahallesine geri dönmelidir, diyemiyorum. Çünkü biliyoruz ki, artık ne o mahalle Nihat’ı kabul eder, ne de parasıyla insan dövmeye kalkan Nihat eski mahallesinde rahat eder. Yapılacak tek şey, ne yazık ki gitmek. Daha fazla üzmeden, daha fazla üzülmeden.

Merak etmesin, biz onu otobüsten gazetecileri milyon euro’larıyla aşağılarken ağzından tükürükler saçtığı haliyle değil, yukarıdaki haliyle hatırlayacağız.

Ve eğer şimdi, yani tam gerektiği anda gitmeyi becerebilirse o yaramaz bakışlı çocuğun hatrına ona daha az kızgın olacağız.

Not: Yaşasın 1 Mayıs!