Mahalle yaşamının hüzünlü değişimi
Irmak ADA
Eski Türk filmlerini neden severiz? Çağımızdan dönüp bakıldığında hem sinema teknikleri hem hikâye anlatıcılığı anlamında bir dünya kusur bulsak da boğazımızı yumuşatmak için ılık ballı süt içer gibi, kalbimizi yumuşatmak için neden Yeşilçam’a koşarız hep?
İçimizde tatlı, akışkan bir özlemle izlediğimiz, zaman zaman sığınak olarak seçtiğimiz o filmlerde, dünyanın dertlerini yok saymayan, toplumsal sorunlara gözünü, kulağını kapamayan ama öbür yandan karakterlerini de bu dertlerin altında ezerek yerden yere vurmayan hikâyeler vardır çünkü. Karakterlerin pusulası zaman zaman titreşse de daima sevgi, şefkat, anlayış, karşısındakini olduğu gibi kabul etme ve dayanışma gibi kavramları gösterir. Karşılarındaki sorun ne kadar büyük olursa olsun, hepsiyle mücadele etmek için tek bir silahları vardır Yeşilçam’daki karakterlerin: Sevgi. Bu filmlerde kötülük durmaksızın suret değiştirirken, onunla mücadele aracı hep aynıdır.
Bu pencereden bakıldığında, İclal Aydın romanları da okurlarına sunduğu “sıcacık hikâyeler” ve pusulası, iyi kabul edilen değerlerden şaşmayan karakterlerle Yeşilçam ekolünün bir devamı sayılabilir. Elbette hikâye anlatıcılığı açısından modernize edilmiş, duygunun korunduğu bir kesişme söz edilen.
Aydın’ın aynı evrende geçen ilk dört romanı (yayımlanma sırasıyla; “Bir Cihan Kafes”, “Unutursun”, “Üç Kız Kardeş” ve “Kalbimin Can Mayası”), yolları zaman içinde birbiriyle kesişen karakterlerin, farklı coğrafyalara ve dönemlere yayılan ama nihayetinde aynı toplumsal ve kişisel değerlerde buluşan öykülerini aktarıyordu okura. Bu dörtlemenin ardından kaleme aldığı ve bağımsız bir dünyada geçen “Söylenmemiş Sözler” ise birkaç kuşağın iç içe geçmiş, birbirini doğuran ve besleyen hikâyeleriyle birbirine bağlanan karakterlerin kırk sekiz saatine tanık olduğumuz bir romandı. Hemen ardından da uzun bir mektup olarak tasarlanan ve yine insana dair en temel duygularla demlenen “Bunu Sen Oku” gelmişti.
Yeni romanı “Salkım Sokak No:3”te ise okurlarına unutulmaya yüz tutmuş mahalle yaşamının güzelliklerini ve yıllar içinde uğradığı hüzünlü değişimi anlatıyor İclal Aydın.
Polis babasının tayininin İzmir’e çıkmasıyla Salkım Sokak’la tanışan Mert’in ağzından okuduğumuz hikâye, bir karakterin çocukluğundan kırklı yaşlarının sonlarına kadar götürüyor bizi. “Kalabalık göçmen ailelerin iç içe yaşadığı, küçücük evlere dünyanın en bereketli sofralarının sığdığı; tertemiz ve umutlu, erkenci insanların birbiriyle derdini ve ekmeğini paylaştığı, İzmir’de gizlenmiş bir harikalar dünyasıydı sanki o sokak” diye anlatıyor Mert, kişiliğini şekillendiren o sokağı. İlerleyen yıllarda bambaşka ülkelere, bambaşka şehirlere düşse de yolu, ruhunda hep büyüdüğü sokağı da taşıyan Mert, “Dünyayı gezdim ama mahalleyi anlatmak yine bana kaldı” diyerek zaman zaman şimdiden seslenerek ufak ve merak uyandırıcı sapmalara başvursa da genel olarak kronolojik bir düzen içinde bugün çoktan unutulmaya yüz tutmuş değerlerle bezeli bir İzmir sokağını, tüm insanları ve hikâyeleriyle birlikte anlatıyor. Bunu yaparkenki samimiyeti, kitap okuyormuş gibi değil de o mahallede, Salkım Sokak’a bakan bir pencerenin önünde oturmuş, sardunyalarınızın arasından olan biteni izliyormuşsunuz hissi uyandırıyor.
Öte yandan bir masal da değil anlatılan. Karakterlerin her biri, hikâyenin anlatıcısı da dâhil olmak üzere kusurları olan ve yaptıkları hatalarla hayatın akışını değiştirme potansiyeli taşıyan karakterler. Hepimiz gibi. Anlatıcı, elbette kendi gözünden gördüğü bir dünyayı anlatsa da gözleri kendi kusurlarına da kör değil. Bu nedenle de karakterlerle bağ kurmakta zorlanmıyor okur.
Aydın’ın her zamanki akıcı ve insanın yüreğini ısıtan üslubuyla kaleme alınan, bir sokağın, o sokağın insanlarının ve büyüme ağrıları çeken bir gencin hikâyesini tüm gerçekliğiyle okura aktaran bir roman “Salkım Sokak No:3”.