Mahir Efendi’nin Papağanı ve daha kimler/neler?

Mehmet ÖZÇATALOĞLU

Türk edebiyatı öykünün altın çağını yaşıyor bir kere daha. Bir kere daha diyorum çünkü 50 Kuşağı öyküleri geçti bu topraklardan. Geçti demek de haksızlık olur aslında. Hiç geçmeyen demek daha doğru bir tanımlama olur kanımca. 50 Kuşağından sonra da çok değerli öykücülerimiz oldu, çok değerli öyküler de yazdılar. Fakat öykü hep romanın gölgesinde kaldı o dönemlerde. Şiir kendine has çizgisinde ilerliyor. Parlak bir dönem denilemez şiir için ama kendi kararında işte. Geçmişte şiirle başlanan edebiyat yolculukları günümüzde değişti sanki. Yazmak isteyenler, yazıya heveslenenler öyküyle başlıyor yolculuğa. Bunu son dönemdeki genç öykücülerin sayısına bakarak söyleyebiliyorum. Ve ekliyorum: İyiki… İyiki öyküyle başladılar ve başlıyorlar da biz de o güzel öykülerden mahrum kalmıyoruz. Tek tek isimlerini sayamayacağım, saymam da. Meraklısı zaten biliyor kimlerden söz ettiğimi. Biz şimdi gelelim asıl konuya. Arzu Alkan Ateş imzalı “Mahir Efendi’nin Papağanı”na. Alakarga Yayınları tarafından yayımlanan kitap üç bölüm ve yirmi beş öyküden oluşuyor. Olayları değil karakterleri öne çıkaran yirmi beş öykü.

Arzu Alkan Ateş, çocukluğumuzun peşine de düşürüyor biraz. ‘Kuş Ev’ hangimizin oyun alanı olmadı ki? “Kasabanın batı yamacında tek başına bir evdi. Sırtını kuzeyindeki ormana dayamış, yüzünü uçuruma dönmüş, yaşamla ölüm arasında mühürlenmiş bir ev. (…) Güneş, batarken kuş eve sırlarını emanet eder, kuş ev o sırları sahiplenir kimseyle paylaşmazdı…” Çocukluğu 80’lerin sonuna 90’ların başına denk gelenler için de ağaç evler böyleydi. Belki birer güneş değildik ama sırlarımızı ağaç evlere teslim eder giderdik evlerimize. Şimdi ne o ağaçlar ne de o evler kaldı. Yine de yazarın “insan çocukluğunu doğduğu yerde geçirmezse, yabancı kalırmış kendine” demesine katılmamak elde değil. Çocukluğumuzun geçtiği yerler bize, biz de oralara yabancılaşmış olsak da…

Kitabı kapattığım her anda anlatılan olayları değil de karakterleri düşündüm. Onları çizmeye çalıştım gözümün önünde. Acaba yazarla aynılaşabildim mi bu karakterde, diye meraklandım. Kıl Haydar bunlardan biri. Kimdi bu Kıl Haydar? Meczubun biri mi, ölümüne sevdalı mı? Uğruna hapse düştüğü Lale, neden sevmedi Kıl Haydar’ı? Sorular çoğalır gider böyle. Gelir Feyyaz’a dayanır. Züppe Feyyaz’a. Lale’nin unutamadığı… Neden unutamadı? Haydar’dan farklı ne vardı Feyyaz’da? Bu arada karakterler sadece bir öyküye ait değil. Zaman ve mekânlar değişse de aynı karakterlerle karşılaşmak uzun bir öykü havası da yaratıyor. Ya da öyküler arası geçiş havası. Eklenen yeni karakterlerle genişliyor kurgu.

Sonra İsfahan çıkageliyor. Mürtaza’yla… Gülgez’le… Kızgınların Kemal’le… Üç kuşaktan asık suratlıların dördüncü kuşakta sırıtkan çocukları Kemal. Ne kadar Güleç olsa da dedelerinden, babasından miras bu isim ona. Yaşama tutunmak için Alamanya acı vatan yollarına düşer o da o dönemin genelinde olduğu gibi. Bir gün çıkagelirler özvatana ve bir gün sirk gelir kasabaya. Her zaman yüzü gülen Kemal’in suratı niye gülmez? Okurun kafasını kurcalayan soru bu. Bir de neden öldüğü? Soruları çoğaltan okumalarla ilerliyor kitap.
Arzu Alkan Ateş’in kendine özgü bir öykü dili var. Karakterler olaylara baskın geliyor. Ve görüntü olabildiğince net. Bunu da Kızgınların Kemal’in ölümünün ardından kasabada kalan Mercedes’inin canlılığına dayanarak söylüyorum. Hangi okurun gözünde canlanmaz o Mercedes! Yazar adını çağdaş öykücülüğümüz için önemli adlar arasında saydırabilecek öykülerle gelmiş. İyi ki gelmiş!