1981 yılında Polonya’da sıkıyönetim ilan edilir, bizim darbeden bir yıl sonra yani

1981 yılında Polonya’da sıkıyönetim ilan edilir, bizim darbeden bir yıl sonra yani.
Kieslowski “mahkemelerde geçen bir film çekmek ister”, tamamen belgesel bir film.
“O günlerde mahkemeler birçok önemsiz mesele için ağır mahkûmiyet kararları veriliyordu. Mesela duvar yazısı yazanlar yer altı gazetesiyle yakalananlar, grev veya herhangi bir şekilde direniş yapanlar iki veya üç yıllık cezalara çarptırılıyordu. Sokağa çıkma yasağından sonra dışarı çıkanlara, bu da gece saat 8 veya 10’dan sonra oluyordu, cezalar dağıtılıyordu” diyor. Ne hoş manzara değil mi? Bizim için pek tanıdık.
“İşte ben de sadece mahkemelerde geçecek ve iki tür insanın, suçlananın ve suçlayanın yüzünü göstereceğim bir film çekmek istedim. Film “suçlu” olanlarla onları suçlayanlar hakkında olacaktı. Suçluyu tırnak içine alıyorum, çünkü esasında bu insanların suçlu falan oldukları yoktu.”
Elbette kimse davasının filme alınmasını istemiyor, ilk önce bunun cezaları artıracağını ya da kendilerini daha kötü duruma düşüreceğini sanıyorlar.
“İlk önce yetkililerle bir anlaşma yapmam gerekiyordu. Bu oldukça uzun sürdü, iki ay kadar. Bir yandan bu anlaşmayı hazırlarken öte yandan bu çevrenin etkin isimlerine ulaşmaya çalışıyordum; özellikle de saçma sapan olaylar yüzünden iki üç yıl yemiş insanları savunan avukatlara.”
Elbette avukatlar da davaların filme alınmasına, özellikle de bir komediye dönmüş davaların filme alınmasına isteksiz davranıyorlar. “Bunları bir başkasının not almasına, filmini yapmasına veya göstermesine izin vermeye yanaşmıyorlardı. Piesiewicz’e, (Dekalogların ikinci senaristi, avukattır, bu belgesel vesilesiyle Kieslowski) bütün bu olup biten saçmalığın kanıtı olabilmesi için mahkûm edilen insanları savunmak, mahkum eden insanları da teşhir etmek istediğimi anlatmayı başardım.”
Filmin öncesi böyle başlıyor, ama film bitirilemiyor, bundan sonrası, yani izinlerin alınması, avukatlara kabul ettirilmesi derken, heyecanla başlayan süreç bitirilemiyor, gelişmeler hakikaten komediye dönüşüyor.
“Hem sivil hem de askeri mahkemelerde çekim yapabilme iznimiz vardı… Çekimlere başladığım andan itibaren çok garip bir şey olmaya başladı. Yargıçlar sanıklara ceza vermiyorlardı. Cezaları erteliyorlardı. Bunun iki nedeni vardı. Sıkıyönetim ilan edileli neredeyse bir yıl olmuştu ve mahkemeler az da olsa yumuşamıştı. İkincisi ise –bunu çok ilginç buluyorum- yargıçların kamera karşısındaki gayet insani olan korkularıydı. İlk başlarda bunu anlayamamışsam da çok geçmeden bunun farkına vardım. Yargıçlar adil olmayan bir hükmü verirken filme kaydedilmek istemiyorlardı, çünkü eğer kamerayı çalıştırırsam, gelecekte bir gün, üç, on veya yirmi yıl sonra birisi bu filmi bulabilirdi. Onlar da bu filmin içinde olacaklardı. Tabii bütün belgelerde isimleri vardı, bütün evraklara imza atmışlardı; ancak bir evrakı imzalamak başka bir şey, bir filmde adaletsiz bir hüküm verirken görünmek başka. Bunlar birbirinden tamamıyla farklı iki ayrı durum.”
“Daha sonra çok ilginç bir şey daha oldu. İlk başlarda kimse bizim davalara katılmamızı istemediği halde –savunma avukatları da sanıklar da –daha sonradan bize davalarını görüntülememiz için yalvarmaya başladılar. Bu iş öyle bir noktaya geldi ki bir davadan diğerine zamanında yetişebilmek için bir kamera daha kiralamak zorunda kaldım. Kamera mahkeme salonundayken hiçbir yargıç hapis cezası vermiyordu. Bu yüzden, gerek olmadığını düşünerek ikinci kameraya film takmıyordum bile. İnsani korkularından dolayı yargıçlar ceza vermesinler diye ortalığa sahte kameralar yerleştirmiştim”.
“Bir ayımı, bir mahkeme salonundan diğerine koşuşturarak geçirdim. Kaç davaya girdiğimizi hatırlamıyorum –elli, belki de seksen. Kamerayı sadece yargıç, “Polonya Cumhuriyeti adına, bu vatandaşı…” demeye başladığında çalıştırıyordum. Zaten yargıç da hiçbir ceza vermiyordu. Ben de hemen kamerayı durduruyordum. Hiç film çekmiyordum, çekebileceğim malzeme çıkmıyordu. Belki, ancak, topu topu yedi dakikalık bir şeyler çektim. Ekranda sadece başlayan ve hemen durdurulan planlar görebiliyordunuz.”
Bu hikâyeden kendi davama gelmek istiyorum. Geçen Nisan ayında, Emek Sineması ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bu yazıdan dolayı Çalık grubu adına sahiplerinden Ahmet Çalık hakkımda hakaret davası açtı, suç duyurusunda bulundu. İlk kez bir savcının karşısında ifade verdim ve şaşırdım; ben konuşuyorum o dinliyor, ondan sonra yazıcıya kendisi yazdırıyor, ben niye doğrudan ifademi vermiyorum onu anlamadım. İş böyle olunca doğrudan aklıma Albert Camus’nün Yabancı’sı geldi, çünkü orada da uzun mahkeme ve sorgulamaların olduğu kitabın ikinci bölümünde, neredeyse sanık tümden inhibe edilip, bütün yargı süreci onu dışarıda bırakılarak yapılır. Suçlanan kişinin doğrudan söz hakkının olmaması benim kabul edebileceğim bir şey değil, hele ki tamamen kendini savunabilecek birisi tarafından nasıl esirgenebilir onu anlamıyorum.
Aslında isteğe bağlı olarak dileyen her yargılananın davasını kaydedip, belgeselini yapma hakkı olması lazım, sansür ve bir metni yeniden yazmanın, ya da kısaltıp, ya da belirli bir kısmını saklayıp yansıtmanın sonuçlarını ise gelecek hafta yazacağım, tam da Kieslowski üzerinden. İşe bak, benim ne işim var ki Çalık grubuyla, ben ekmeğimi helal yollardan kazanan biriyim. Bir de üstelik onlar bana dava açıyor, 24 Aralık’ta duruşmam var, ilk kez suçlanıyorum, ama açık söyleyeyim, hayatım boyunca hiçbir suç işlemedim. Bu kadar da iddialı konuşabilecek kadar da saf ve temizim. Onların iddialarına da bu sayfalardan yanıt vereceğim. Çünkü yargı ve sinema meselesi, tam bir tartışmalı alandır, sansür ve oto-sansürün neredeyse ideal mekânlarından biridir.