“Onlar, hayalleri içinde o kadar bunalmışlar, boğulmuşlardı ki, ölülerin dirilmeleri imkânına, ihtimaline bile inanıyorlardı. En olmayacak şeyleri tabii gören bir imanları vardı. Esasen gördükleri, kendi hayallerinden başka bir şey değildi”

Mahmut Yesari Bey’i kim arar, kim sorar?

MERVE ÇAY

“En taze rakıların en ıssız kuytularından sırılsıklam tefrikalar çıkaran Mahmud Yesari Bey’i kim arar, kim sorar” demişti Attilâ İlhan. Haklıydı da, bugüne kadar geçmiş zamanın ıssızlığına terk ettiğimiz, ismini çok az insanın hatırladığı bir yazardı Mahmut Yesari. Ne mutlu ki artık edebiyat hafızamızda haklı yerine kavuşuyor. Yesari’nin romanlarından Su Sinekleri’ni Kırmızı Kedi Yayınları’nın Türk Klasikleri serisinde, Enis Batur’un sunuşuyla okuyabiliyoruz.
Az buz değil, otuz yılı aşkın bir süre çalışmış, geçimini kalemiyle sağlamış; pek çok roman, öykü, tiyatro eserini miras bırakmış Yesari arkasında. Enis Batur’un da dediği gibi edebiyatın çoğu kez bir geçim yolu olmayıp bir tutku uğraşı sayılageldiği ülkemizde, hayatını yazdıklarıyla kazanmayı başaran az sayıdaki edebiyat adamlarımızdan biri olmuş.

Aslında yazıyla girmemiş Yesari edebiyat dünyasına. 1918’li yıllarda Diken Dergisi’nde karikatürler çizer ve Nedim Dergisi’nde tiyatro adapteleriyle uğraşırmış. Enver Gökşen’in 1943 yılında Yarımay dergisi için yaptığı bir röportajda niçin roman yazdığına dair soruya “Roman yazmak hiç hatır ve hayalimde yoktu. Kelebek mecmuasını çıkarıyordum. Bir mizahi roman yazmak lazım geldi. Bir kalem deneyeyim dedim, epey terletti. Fakat bu çeşit yazı hoşuma gitti,” diye cevap vermiş.

1923’te Reşat Nuri’yle çıkarttığı Kelebek mecmuasında ilk romanı Bir Namus Meselesi tefrika edilmiş. 1925’te Çoban Yıldızı yayımlanmış, iki sene sonra çıkan Çulluk’la da ününe ün katmış. Refik Halit Karay, Yesari’nin kendi nesli içinde “tek doğuştan romancı” olduğunu, “içinden geleni, geldiği gibi yazdığını, bu yüzden romanlarında ne eliti kendisine çekmeye çalışan Yakup Kadri’ye ne de orta sınıftan taraftar bulmak gayreti sezilen Reşat Nuri’ye benzediğini” belirtmiş. Halit Fahri Ozansoy ise, onun Flaubert gibi “realizm ile romantizmi bir potada” erittiğini, birçok romanında kişilere ve toplumun acılarına karşı duyduğu iç sızısının elle tutulacak kadar hissedilebileceğini, bunların, kendisini de yaralayan acı gözlemlerin bir sonucu olduğunu” yazmış.
Gerçekten de Türk toplumunun hem siyasi hem de sosyal anlamda çehresinin değiştiği bir dönemin tanıklığını yaparak bu tanıklığı romanlarına aktarmış Yesari. “Bazı çiğ kavrulmuşları görüyorum da yüreğim yanıyor” diyerek yanlış anlaşılan Batılılaşmadan dem vururken bu yolda bireyin farkında olmadan sürüklenişine serzenişte bulunmuş.

Kendi romancılık anlayışını 1934’te Yenigün dergisinde yazdığı yazıda anlatırken “romanları hayatın aynası olarak” kabul ettiğini söylemiş. “Hayatta olmayan, olması ‘imkân ve ihtimali’ bulunmayan şeyleri, olabilir diye romana koyacak olursak; okurların hayal kurarak aklı yatacak olsa bile olayın sahteliği hakkında, içinde bir şüphe uyanacağı” kanısında. Yesari’nin önde gelen özelliklerinden de biri bu. Su Sinekleri’nin önsözünde Batur’un da bahsettiği gibi, “bir bakıma Zola’nın yolundan giderek, röportaj tekniğini çağrıştıran, bir tür ‘saha araştırması’ diye nitelendirilebilecek gerçekçi bir perspektifi benimsemesi.” Sadece ele aldığı konularda değil, karakter yaratımında da gözlem gücünün etkisi fark edilir. Yapmacık karakter gölgelerinin karanlığında bırakmaz okuyucuyu. Hayatın aynası olarak benimsediği romanlarında, ele aldığı konular gibi karakterleri de gerçek kişilere tutulmuş birer ayna haline gelir; geçmişimizden bugüne devam eden toplum ve birey çatışmalarımızı bize geri yansıtır. Romanlarındaki karakterlerin de “hemen hepsi hayattan alınmadır. Kimileri öldü, kimileri yaşıyor. Su Sinekleri’ndeki kızlar, şimdi yaşlı başlı bayanlar oldu,” der.

Yesari’ye göre, “Roman yazmak için, önce görmek gerektir: Hayatı, insanları ve tabiatı inceleyerek görmek...” Çoban Yıldızı’ndaki Yakacık tasvirlerini orada yedek subay talimgâhındayken anı defterine yazmış. Pervin Abla’daki “Marmara Yolculuğu”, Tekirdağ, Akbaş ve Anafartalar anlatımları Taşoz torpidosuyla Çanakkale’ye gönderildiği zaman tuttuğu anılarından. Kimilerine göre Türk edebiyatının ilk işçi romanı kabul edilen Çulluk’un başlangıcındaki avcılar da gerçek. Bu kitaptaki reji fabrikasını yazmak için bir hafta rejide işçilik etmiş Yesari. Su Sinekleri’ni yazarken de Kadıköy’de sinema hastası kızlar ve delikanlılarla haftalarca dolaştığını, kürek çektiğini ve iki senelik Fransızca sinema dergilerini okuduğundan bahseder.
1932 yılında yayımlanan Su Sinekleri Yesari’nin günümüzle bağını kaybetmemiş kitaplarından biri. Bir an önce büyümenin telaşındaki çocukluğun muhayyilesinden dünyanın gerçekliğine doğuşunu, bu doğumun sancılarını ve toplumun, cemiyetin beklentilerinin genç bireyleri nasıl şekillendirdiğinin –belki de baskıladığının– bir dökümü.

Farklı toplumsal katmanların da işlendiği roman bir yandan günümüzde devam eden sınıf problemlerini de gözler önüne koyar. Bir grup genç kız, su sinekleri gibi koruyucu kabuklarından kurtulup istedikleri hayata uçma heveslerini, ilkbaharda yapacakları bir kampta gerçekleştirmenin hayallerini kurar. Fakat tecrübesizlikleri, kabuklarını zorlamaları gibi arkadaşlık ilişkilerini de zorlar. Farklı sınıflara mensup olmaları ortak bir kimlik yaratmalarını engeller. Yetiştiriliş tarzları da yaratmak istedikleri kimliklerini... Kendileri olmak ve beklentilere uymak arasında savrulur dururlar.

Bu çatışma ortamının kaynaklarından biri olarak da dönemin toplumsal korkularından beslenir Yesari, yani sinema ve magazini ele alır. Hayatlarını dönemin ünlü oyunları gibi, projektörden yansıyan bir film gibi yaşamak isteyen gençlere tuttuğu aynayla, roman karakterlerinin yaşayışlarını, zaaflarını, değer dünyalarını ve düşüncelerini kâğıda döker. “Magazin dergilerinin öne çıkardığı yerli ve yabancı figürlerin olağandışı serüvenleri genç kızların düşlerini tetikliyor, birçoğunu geri dönüşsüz kayboluşların çemberine mıhlıyor,” diyerek Batur da altını çizer bu noktanın.
Malum 1930’ların Türkiye’si, gençler arasındaki sinema ilgisinin tutkuya dönüştüğü ve alafrangalığın oldukça etkili olduğu bir sosyal dönem. Yesari işte bu dönemin toplumsal korkularını karakterlerin kendileri olma isteğiyle, telaşıyla birleştirir ve modern insanın içinde bulunduğu birey çatışmalarına 1930’lardan bir öngörü sunar.

“Onlar, hayalleri içinde o kadar bunalmışlar, boğulmuşlardı ki, ölülerin dirilmeleri imkânına, ihtimaline bile inanıyorlardı. En olmayacak şeyleri tabii gören bir imanları vardı. Esasen gördükleri, kendi hayallerinden başka bir şey değildi.” (Kitap alıntısı)

SU SİNEKLERİ
Mahmut Yesari
Kırmızı Kedi, 2015