2012’nin merakla beklenen TV ürünlerinden Revolution, Lost geleneğinden geliyor ama onun yarısı kadar bile başarılı değil... ‘Dünyanın bir anda tümüyle elektriksiz kalması’ oldukça...

2012’nin merakla beklenen TV ürünlerinden Revolution, Lost geleneğinden geliyor ama onun yarısı kadar bile başarılı değil... ‘Dünyanın bir anda tümüyle elektriksiz kalması’ oldukça özgün ve yeniliklere açık bir tema, fakat karşımıza yine Amerikan Deniz Piyadeleri’nden tipik Rambo bozuntuları, tipik güzel kızlar ve yakışıklı oğlanlar, tipik kitap ve bilgisayar kurdu asosyaller çıkıyor. Daha kötüsü, yazım sürecinde epey aceleye getirilmiş gibi görünen karakterler o kadar sakil biçimde davranıp konuşuyorlar ve olayların gelişim çizgisinde öyle tutarsızlıklar var ki, yeni başlamış olmasına rağmen dizinin geleceğinin ne kadar bulanık olduğunu şimdiden görebilirsiniz. Ama tüm bunlara rağmen dizinin bu hafta yayımlanacak bölümünde bir sahne var ki, ‘yıkım estetiği’nin ve mahrumiyet imgelerinin en basit ve güzel örneklerinden biri olarak anmak gerekiyor. Müteveffa Ben Matheson’ın sevgilisi Maggie, 15 yıldır şarj edilemeyen iPhone’unu Aaron’a göstererek şöyle diyor: “Bunu neden saklıyorum bilmek ister misin? Çünkü çocuklarımın resimleri bunun içinde bir yerlerde… Doğum günleri, ilk adımları, bütün hayatları! Ama elimde bir tek fotoğrafları bile yok. Saatlerce bu aptal şeye bakıyorum. Çünkü yüzlerini hatırlamak giderek zorlaşıyor.”

Bu sahneyi izlerken, hemen yerimden fırlayıp cep telefonu başta olmak üzere kullandığım tüm dijital aletlerdeki fotoğrafları bastırmak için dayanılmaz bir istek duydum. İşte ‘mahrumiyet imgeleri’ seyirci algısında böyle çalışıyor!

Mahrumiyet imgelerinin izini Antonioni'nin 1970 tarihli filmi Zabriskie Point'e kadar sürebiliriz. Bu muhteşem ve epey ‘slogancı’ -Amerika'da çektiği için olsa gerek- filmin final sahnesinde Antonioni, çölde bir kayalığın tepesine inşa edilmiş son derece lüks bir villanın patlayışını, ardından mobilyaların, TV ve buzdolabı gibi eşyaların infilak edişini neredeyse ‘orgazmik’ olduğu söylenebilecek bir ağır çekimle sunar. Filmin antikapitalist politik söylemi -“Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan o kadar çoksun demektir ve görkemli yaşamın da o denli büyüktür.” (Marx)- bu sahnenin izleyici üzerindeki karanlık hipnoz gücünü hiç de azaltmaz çünkü çıkış noktasından bağımsız olarak bu tür yıkım görüntülerinin anahtar kavramı ‘Eros’tan uzaklaşmak’tır. Bu da bizi yaşamsal bir mahrumiyet algısına götürür.

Marcuse’ün Eros ve Uygarlık’ta sözünü ettiği türden bir ‘ölümcül uygarlık’ta yaşıyorken böyle görüntülerden bu kadar etkilenmemek gerekirdi sanırım, ama öyle olmuyor işte… Örneğin bu ölümcül uygarlığın bir tür antropolojik analizi olan 1982 tarihli Koyaanisqatsi’de de (Hopi Kızılderililerinin dilinde ‘dengesiz hayat’ anlamına geliyor) aynı etki çok geniş bir alana yayılmış apartman bloklarının yıkım görüntüleriyle oluşturuluyordu.

Tabii bunlar bizi dünyanın gidişatına dair politik ve felsefi tartışmaların içine çekmeye çalışan filmler... Uyuşturan ütopyalardansa sarsan anti-ütopyaları tercih edenlerden olduğum için bu tür filmlerin içerdiği yıkım estetiğine hiçbir itirazım yok. Ama bir önceki yazıda ismini saydığım ve sayamadığım yüzlerce ‘yıkım estetiği’ ürünü başka bir yerde duruyor: Yaklaşık son 30 yıldır dünyanın, ya da en azından bildiğimiz haliyle uygarlığın sonunun geldiğini söyleyen bu filmler neoliberal ‘tarihin sonu’ söylemini yeniden üretiyorlar. Bu imge yağmuru altında bilinçdışındaki ölüm korkusu depreşen ‘seyirci’, o korkuyu bastırmak için yeni mekanizmalara yöneliyor ve böylece işin en acayip yanına geliyoruz: Müthiş bir iştah ve tüketim patlaması! Üst üste açılan AVMler; tabaktaki hiçbir yemeğin beğenilmediği yemek programları, giyilen hiçbir kıyafetin beğenilmediği giyim-kuşam yarışmaları, aslında hiç de fena durumda olmayan orta sınıf evlerinin büyük paralar harcanarak yeniden dekore edildiği tuhaf TV şovları; alım gücü artmadığı halde kredi kartları sayesinde alım oranı sürekli yükselen kitlelerin internet ve TV üzerinden yaptığı alışverişlerde inanılması güç bir patlama… Hayır, aslında inanılır bir patlama tabii, çünkü endişeli kitlelerin gözlerinde mahrumiyet imgelerinin ışığı parlıyor: Sürekli ye, sürekli giyin! Hep daha çok yemen, hep daha şık görünmen gerekiyor, çünkü yıkım yaklaşıyor!

Küçük bir not: BirGün’ün yeni yazarlarını duyurduğu görsel malzemeye gösterilen tepkiyi anlamakta güçlük çekiyorum. Açıkça belli ki, oradaki hedef birey olarak RTE değil baskıcı ve sansürcü otoriter rejimlerdir. Aynı görsel malzeme Hitler, Mussolini, veya Stalin üzerinden de tasarlanabilirdi ve anlamı aynı olurdu… Ama Hitler, Mussolini ya da Stalin değil RTE kullanıldı. Çünkü…

Bugün ‘diktatör’, ‘padişah’, ‘sultan’, ‘tek adam’ dendiğinde aklınıza ilk hangi isim geliyor?..