Dilim olsa daha neler neler anlatırım size ama yok işte. Bazen çok konuşasım gelirse daha çok köpüklendiriyorum denizi, bir tek martılar anlıyor beni, başlıyorlar peşim sıra gelmeye. Gerçi o köftehorlara da simit atanları taşımasam yaranamazdım ya, neyse

Mahşide Vapuru

Emrah Ateş
emrh.atess@gmail.com
@hikayeadami

Burgazada için…

İşte geliyorlar! Büyük bir kalabalık halinde, sanki dakikalardır oldukları yerde sabırla bekleyenler kendileri değillermiş gibi hınçla geliyorlar. Bir önündekinin saç kesimine bakmadan duramayan kadınlar, elindeki çantayı sanki içinde para varmış gibi taşıyan erkekler, sırtındaki çantada eski basım bir kitap olsa fena olmazdı; ama olsa olsa şarj aleti vardır işte, onun için en mühim olan şey o çünkü şapkalı çocuğun…

Yine de hayat ihtiyarlara güzel. Biliyorlar ki biri yer verecektir ne de olsa… Hiç acele etmiyorlar, hiç bozmuyorlar efendiliklerini. Yüzlerindeki çizgiler, hayatın onlara verdiği bu olanaktan yararlanmalarını sağlayan bir fermanmış gibi; içeri girince büyük bir kalabalığa seslenen partililer gibi bakıyorlar insanların gözünün içine; acıyarak ve acınacak halde.

Ama şu telaşsız şekilde en son binen çift yok mu, bayılıyorum onlara. Gerçi buraya birçok çift sürekli geliyor ama olsun. En sevdiğim çift onlar benim. Bir gün adam kadına “Ben vapur olsam hafta sonları nefret ederdim İstanbul’dan. Her şeyin bir canı varmış gibi geliyor bana ve her şey alması gerektiğinden fazlasını alıyormuş gibi geliyor…” demişti. Hemencecik orada kanım ısınmıştı ona. Ne kadar da ince biri diye düşünmüştüm. Duyguları ip gibi ince, narin... Ama misina gibi de sağlam! Öyle ya, geçen seyahatlerinde kadın ona “Babam seninle beraber olmamızı istemiyor.” dediğinde gözleri kızarmıştı da ağlamamıştı.

Ama bugün bir terslik var hissediyorum. Kadın “ne olur kaçalım buralardan” diyordu adama. Adamsa “Nereye kadar kaçabiliriz?” diye soruyordu. Kadın sustu, yalnızca hıçkırıklarını duydum, o kadar. Bir de sarılma sesini... Sarılmanın sesi olur mu dersiniz? Neden olmasın. Adam ona sarıldığında eli kadının hırkasının üzerinde yukarı gidip gelirken çıkardığı o ince tını, o elektrik sesi, o bilimin dayattığı müthiş tad! Sonra kadının bir dağın zirvesine ulaşır gibi ulaşan eli adamın saçlarına dokunurken, birkaç tel saçın diğer saçlardan ayrılırken çıkardığı o ses… Sonra kafasını kaldırıp onun gözlerine baktığında “bir şey söylesem bozarım her şeyi” düşüncesiyle tekrar kafasını onun omuzuna koyduğunda havaya yayılan toz, o elin saçtan aşağıya ilk başladığı yere, sırta geri inerken çıkardığı o ses, sarılmanın sesi değil mi?

Limana yanaşıp da iplerimi bağladıklarında en son onlar indi kıyıya. Daha önceleri ilkin hep kadın iner, adam da peşinden kovalardı onu, görürdüm. Hatta adam her defasında girişteki Sait Faik heykelinin önünde durur, secde ederdi. Kadınsa, bir gören olursa rezil olacaklarmış gibi etrafına bakardı; temkinli… Sonra da çarşının kalabalığının arasına karışırlar, akşam son gidiş saatinde tekrardan gelirlerdi; kadını Kadıköy’de, erkeğiyse Kabataş’ta bırakırdım. Bazen beraber inerlerdi. Bilirdim ki beraber indikleri gün en mutlu günleri olurdu. Bir durak dahi olsa ayrı kalınmazdı. İnsan böyle zamanlarda en çok alıyor zamandan alacağını… Onun olanı, tekrar tekrar istiyor. İnsan uyuyamazsa bile bu yüzden uyuyamaz. Hiç unutmam hatırımdadır; bir keresinde yaşlı bir ihtiyar kalemle bir cümlenin altını çizmişti kitapta. Kalemin kâğıt üzerindeki gezişini duymuştum. Adamın cümleyi tekrar tekrar mırıldanışını… “Her uyku biraz hırsızdır, çalar zamandan…”

Onları öyle çok sevdim ki, her gün taşısam gocunmam. Hah kendimi tanıtmadım size; ben Adalar hattı vapuru, adım Mahşide, Önce Kadıköy’e oradan Kınalıya, oradan Burgaz’a, sonra Heybeliada, en son da Büyükada’ya gidip geri dönüyorum Kabataş’a; aynı adalara gerisin geri uğrayarak.

Adımı bir aşk hikâyesinden aldım. Normalde adım belediyenin bana takmış olduğu bir sayıdan ibaret sadece. Ama bir gün bir gelin ve damat fotoğraf çekimi için binmişlerdi vapura. Büyükadaya gidip düğün fotoğrafları çekileceklerdi. Yolda adam kadına “Bu vapura senin adını veriyorum,” demişti “yüz görümlüğü olarak,” “Niye,” diye sormuştu kadın. Adamsa, “Adını bir yük gemisine verecek değilim a! Adın anlamlar taşır anca,” demişti.

Dilim olsa daha neler neler anlatırım size ama yok işte. Bazen çok konuşasım gelirse daha çok köpüklendiriyorum denizi, bir tek martılar anlıyor beni, başlıyorlar peşim sıra gelmeye. Gerçi o köftehorlara da simit atanları taşımasam yaranamazdım ya, neyse.

Günün son seferi geldi çattı. Tüm gününü eğlenerek geçirenlerin o tatlı yorgunluğu yüzlerinden okunuyor. Midye kokuları rakı kokusuna karışmış. Alkolün ayarını kaçırdığı öpüşler, dudaklar da tatlı bir parlaklık hatta çoğunun boynunda morluklar bırakmış; ne güzel… Ah bu aşk, insana kamuya açık alanda neler yaptırıyor böyle. İnsan bir ağacın mahremiyetine nasıl da sığınıyor. Tenha sokaklar bir tek âşıkken anlamlaşıyor.

Herkes bindi, bir tek onlar binmedi. Geç kalmış olabileceklerini düşünüp motorumu çalıştırmadım bir süre. Elimden geldiğince rötar yaptım. Geminin kaptanı az sövmedi anama bacıma, ama olsun, ettiği küfürler canlı değildi ki, canlı olsalardı bile metal zeminime çarpar ona geri döner, adaya düşer, hatta denizin dibini boylarlar. Balıklar küfürden zaten anlamazlar. Yine de baktım ki yolcular çok huysuzlanıyor, bir çocuk adada mahsur kaldığını sanıp ağlıyor, genç bir kız ailesinden izinsiz geldiği bu kaçamak ada sefası için sevgilisi suçluyor; dayanamadım, çalıştırdım motorumu. Yol alıp giderken Kalpazankaya’nın altında gördüm deniz ambulansını.

Kim bilir belki de onlar içindir ambulans. Belki öldüler. Ama ben bir vapursam eğer, onlar ölmediler. Adam kıyıdaki lokantaların birinde garson oldu, kadınsa aşçı. Evlerine hep mutlu döndüler.

Nisan 2016

Burgazada