Belgesel sadece 16 mm’den aktarılan, neredeyse bugünün çekim kalitesindeki eski kayıtlardan oluşmuyor, bunun dışında arşiv görüntüleri ve sonradan yapılan röportajlar da var. Jordan’ın kendisi de bu tür röportajları pek seven biri olmamasına rağmen koltuğunda oturup bol bol konuşuyor

‘Majesteleri’ni hatırlamak

MURAT TIRPAN

Jake Kasdan’ın Bad Teacher (2011) adlı filminde komik ama basketbol tarihi açısından önemli bir an vardır. Başrol oyuncusu Jason Segel, LeBron James’in Michael Jordan’dan büyük bir oyuncu olduğunu iddia eden çocuğa “Başka kimin altı şampiyonluğu var ki?” diye bağırır. Tek argümanın bu mu diye cevap verir çocuk, Jason devam eder, “Evet tek argümanım bu, cevap ver; başka kimin var ki?”

Tüm zamanların en büyük NBA oyuncusunun kim olduğu tartışması belki de sonsuza kadar sürecektir. Her basketbol hayranının elbette sonuna kadar savunacağı bir favorisi vardır ancak ne söylenirse söylensin Michael Jordan'ın büyüklüğü fazlasıyla ortadadır. Hem ‘Air Jordan’dan başka kim altı NBA finalinde oynayıp, şampiyon ve MVP olmuştur ki?
Şimdilerde ‘Majesteleri’, korona günlerindeki spor açlığımızı doyuracak bir belgeselle karşımızda: The Last Dance. Belgesel Jordan’ın hikâyesini, Jordan’ın tipik hareketindeki gibi, geriye çekilip yapılan güzel bir atışa (fade away) benzer bir tarzla ileri-geri giderek anlatırken, basketbolla ilgili pek bir şey bilmeyen bir insanın bile ilgisini çekebilecek şekilde doksanlı yılların atmosferini de hissettiriyor. Biz Space Jam’i sinemada izleyen nesil doksanların NBA finallerini zar zor hatırlayabilir ya da en fazla internetten berbat TV kayıtlarıyla yad edebilirken bu belgeselde sanki dün çekilmiş gibi yüksek kalitede izlemekten de mutlu olmuş durumdayız. Bu teknik başarının nedeni belgeselin otuz yıl önce canlı olarak çekilmeye başlanması. Last Dance’in ardında “O.J: Made in America” adlı müthiş belgeselinden tanıdığımız yapımcı Nina Krstic var. “O.J: Made in America” ve “The Last Dance” belgesellerinin arasında çok sayıda akrabalık bağı var. Her ikisi de her biri ayrı türden şöhretleriyle uğraşmakta olan, dünya çapında tanınan büyük sporcuları konu alıyor. Ve her ikisi de 1990'larda farklı sporlara ait yaşam alanlarını ve spor dünyasının içinde ve dışında onları şekillendiren diğer faktörleri inceleyen ESPN kanalının işleri.
Tabii bu müthiş belgeselin var olmasını sağlayan başka bir kişi daha var: Andy Thompson. Andy 1997-1998 sezonu öncesinde, o dönem NBA yayıncısı Adam Silver'a “Chicago Bulls'un tüm sezonunu filme almalıyız” diyor ve record düğmesine basılıyor. Jordan ise başta bunu pek istemese de sonradan kabul ediyor. Indwire’daki Krstic röportajına göre, Jordan’a an be an kayıt yapılacağı söylendiğinde çekindiklerinden belgesel kelimesini asla telaffuz etmemişler. Sonuçta her şey tıpkı NBA TV’nin yaptığı gibi olacak, sadece çok daha fazla kayıt yapacaklardı. Jordan’a izin ver, istemezsen anı olarak evinde saklarsın diyorlar ve onayı kapıyorlar. Ekip toplamda yaklaşık beş yüz saatlik çekim yapıyor. Belgeselde zaman zaman anlaşıldığı gibi Jordan ve arkadaşları bazen kameralardan rahatsız oluyor, yapaylaşıyor ancak sonra alışıyorlar. Mesela doksan altı yılı şampiyonluğu sonrası herşey kameralarla kaydedilirken Jordan’ın baba diyerek gözyaşı dökmesi bu rol yapma anlarına iyi bir örnek olabilir. Ancak belgesel sadece 16 mm’den aktarılan, neredeyse bugünün çekim kalitesindeki eski kayıtlardan oluşmuyor, bunun dışında arşiv görüntüleri ve sonradan yapılan röportajlar da var. Jordan’ın kendisi de bu tür röportajları pek seven biri olmamasına rağmen koltuğunda oturup bol bol konuşuyor.

Elbette “Biyografi günahların en büyüğüdür” sözünde gerçeklik payı var, sonuçta Jordan’ın onayı alınarak kurgulanmış bir belgesel karşımızdaki. Ancak yine de yıldızın kişisel hayatına ve olumsuz yanlarına dair çok şey görüyoruz. Belgeselde de anlatılan ‘Jordan Kuralları’nın (The Jordan Rules) Detroit Pistons’ın, Michael Jordan’ı savunmak için kullandığı sert ve pis savunma prensiplerine verilen isim olduğunu basketbol severler hatırlar. Aynı adlı kitabında dönemin Chicago Tribune Muhabiri Sam Smith, Jordan’ın kumar düşkünlüğü ve zorbalığı, hakaret severliği (trash talk) gibi hoş olmayan yanlarını gündeme getirmiş, dedikodu sütunları bu bilgilerle dolmuştu. Şimdi The Last Dance’te de -daha düşük dozda- basketbolcunun özellikle takımdaki umursamaz zorbalığına tanık oluyoruz. Jordan’ın bu yanlarını izleyicinin yanlış anlayacağından korktuğu için belgesele onay vermekte zorlandığını da biliyoruz. Ancak izlediğimiz kurguda özellikle takım arkadaşlarının onun bu yönünde çok da rahatsız olmadıklarını, bütün bu davranışların takımı motive etmek ve hedefe ulaşmak için yapıldığını düşündüklerini görüyoruz. Dolayısıyla gelmiş geçmiş en büyük olmanın sadece büyük bir yeteneğe sahip olmaktan değil hoşlanmasak da buna ek olarak hırs, Makyavelizm ve pragmatizmin bir karışımını gerektirdiğini de anlıyoruz.

Elbette bu biyografinin de günahlı olduğunu iddia edenler yok değil. Örneğin Michael Jordan'ın eski takım arkadaşı Horace Grant basına belgeselin tamamen Jordan'ı daha iyi göstermek üzerine kurgulandığı beyanatını vermişti. Grant belgeseldeki diğerlerinin aksine Jordan’ın arkadaşlarının sağda solda üzerlerine yürümesi ve yumruk atmasının hiç de doğru olmadığını ekliyordu. Kuşkusuz Jordan’ın da yapımcılarından biri olduğu belgeselde altın makas “yanlış anlaşılabilecek” bir şeyleri keserek dışarıda bırakmıştı.

Basketbol severler elbette bütün şaşırtıcılığına ve başarısına rağmen belgeselde başka bazı eksikliklerin olduğunu da düşünecektir. Örneğin Horace Grant, Tony Kukoç, Scottie Pippen, Dennis Rodman gibi isimleri takıma kazandıran Jerry Krause’nin arka planda bırakılması bunlardan biri. Artık hayatta olmayan Krause sadece 97’de Pippen’ı takaslamak istemesi ve bunun üzerine yaşananlar üzerinden anlatılıyor. NBA’in en düşük maaş alan yıldızlarından biri olmasına rağmen yine sonuna kadar devam eden -haklı olarak- Pippen övülürken Krause pek bir geçiştiriliyor. Tam aksine Phill Jackson’ın ise özellikle Jordan’ın bireyselliğini takım oyunu ile dengelemesi açısından öne çıktığını görüyoruz. Gerçekten de tek başına bir takım olabilen Jordan’ın ilk şampiyonluk yıllarında Jackson’ı dinleyerek maçın son periyodunda arka arkaya boştaki John Paxson’ı bulması ve kazanmaları müthiş bir arkadaşlık anı. Jordan’ın, en iyi hareketi sorulduğunda cevap olarak bunun bir gol değil bir pas olduğunu söyleyen futbolcu Eric Cantona’nın mantığını anladığını görüyoruz bu noktada. 16mm görüntüler eşliğinde yalnız başına yıldız olunamayacağını, zaman zaman Pippen ve Rodman gibi pis işleri yapacak arkadaşlara da, zor anınızda şutu atacak başka birilerine de ihtiyacınız olduğunu idrak ediyoruz.

Chicago Bulls’un müthiş hikayesi sekiz sezonda altı şampiyonluktan sonra 1998 yazında hazin bir şekilde sona ermişti. Phill Jackson, Michael Jordan, Dennis Rodman birçok oyuncu takımdan ayrılmış, yalnızca altı oyuncu takımda kalmıştı. Bulls, 1998-99 sezonunda sadece on üç galibiyet alabildi. Biz o dönemde o takımı ve Jordan’ı canlı izleyenler çok şanslıyız. Jordan’ınki gibi kanlı gözlerle sabaha karşı dörtlerde NBA finali izlerken annem kalkar ve “Yat artık oğlum, ne bu gavur maçları izliyorsun gene!” diye sitem ederdi. Son Dans bittikten sonra artık tarihinde çıktığı hiçbir final serisini kaybetmeyen Chicago Bulls gibi bir takım daha göremeyeceğimizden midir nedir, artık uyanıp açmıyorum televizyonu sabaha karşıları. İşte Son Dans, hem o günleri hatırlamak hem de soyunma odasındakileri görebilmek adına yıllar sonra güzel bir fırsat benim gibiler için.