Malick’den etkileyici bir direniş öyküsü: Saklı Bir Yaşam

Tutsaklık, bazen özgürlüktür… Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenlerinden Terence Malick’in üç saatlik son filmi “Saklı bir Yaşam”, 72. Cannes Film Festivali’nin ilk yarısı geride kalırken, uluslararası yarışmanın en iyilerinden biri olarak kayıtlara geçebilir. Malick’in doğa tutkusu ve dindar kimliği, bu filmde de kendini gösteriyor. Tıpkı, kendisine bir Altın Palmiye kazandıran “Hayat Ağacı”nda olduğu gibi. Ama, bu kez gerçek bir hikayeden yola çıktığı için ayakları yere sağlam basıyor. İnançlı ya da inançsız tüm kesimleri etkileyebiliyor “Saklı Bir Yaşam”da.

Film 1939-43 yılları arasında, yani Nazi’lerin bir dünya savaşı başlattığı dönemde, Avusturya’nın bir dağ köyünde geçiyor. Franz, karısı Fani ve üç küçük kızına tutkuyla bağlı, hayatını ürettikleri ile kazanan bir çiftçi. Savaşın patlaması ile, askere çağrılması bir oluyor. Nazilerin emrindeki Avusturya ordusununda askerlik eğitimini aldıktan sonra köyüne gönderiliyor. Askerden farklı bir insan olarak dönüyor Franz’, savaşın gerçeklerine ve Nazilerin zulmüne tanık olduktan sonra. Doğruluk ve güzellik tutkusu ile bağdaşmıyor yaşadıkları. Bir süre sonra, Naziler köye gelerek, çiftçilerden katkı istediklerinde “Hayır” demesi, ‘kara liste’ye girmesine, ardından tutuklanmasına neden oluyor.

Hitler’in gösterişli geçit törenlerini içeren propaganda videoları ile başlayan film, diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede, özgürlüğün tek koşulunun başkaldırmak, gerektiğinde bireysel mutluluğunu feda etmek olduğunu vurguluyor. Benzer temaları işleyen nice film izledik bugüne dek. Çoğunluğu komünist direnişçilerin öyküsüleri idi. Kimi, siyasal liderlerin yaşamından kesitler sunuyordu, kimi işçi sınıfından kahramanların…İşkencede konuşmayan, zulme boyun eğmeyenlerin öyküleri… Malick’in filmini diğerlerinden farklı bir konuma oturtan ise, siyasal bilince sahip olmayan, dindar bir çiftçinin öyküsü olması.

Kusursuz kahramanlar değiller, Franz ve Fani Jagerstatter çifti. Dürüstlük, doğruluk gibi değerleri savunmaları, geleneklerine ve hristiyan dinine bağlılıklarının bir sonucu. Kötülükle karşılaştıklarında tepki vermelerinin, boyun eğmemelerinin temel nedeni bu. Franz’ın, Nazilerin aşağılamalarına, işkencelerine direnmesi ve af dilememesi ise, savaşta ve ardından Nazi zindanlarında yaşadığı ‘saklı yaşam’ın bir sonucu… Karı-kocanın, yaşadıkları karşısında zaman zaman korkuya kapıldıklarına, yaptıklarının doğru olup olmadığını sorguladıklarına da tanık oluyoruz. Çünkü, köyün rahibinden, Franz’ın avukatına kadar çevrelerindeki herkes, direnişin faydasız olduğunu, Franz’ın davranışının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini telkin etmektedir…

İki farklı yaklaşım

Terence Malick, her zamanki hareketli kamerası, kulaklarımıza fısıldanan -bazen iç ses, bazen hapisten yazılan mektuplar biçimindeki- konuşmaları, olağanüsütü doğa görüntüleri ve müziği ile doyumsuz bir senfoni yaratmış. Mistisizmle acı gerçeklerin buluştuğu bir senfoni bu. Politize olmayan izleyicilerin de duyarsız kalamayacağı cinsten…

Sistem içinde ayakta durmaya çalışan, tek başına mücadele veren Ken Loach’ın kargo taşıyıcısı gibi, Franz da yenilgiye yazgılı ama, onun başkaldırısı ileride anılmayı hak edecek türden bir direniş. Malick, kahramanının serüvenini alabildiğine duygusal bir anlatımla sergiliyor. Etkilenmeden, hatta özdeşleşmeden izlemek olanaksız… Loach ise, olabildiğince mesafeli yaklaşıyor kahramanlarına. Minimalist ve Brecht’ci estetiğin kurallarına uygun bir biçimde. Loach, kahramanlarının yaşam öyküsünü Marxist açıdan yorumlarken, Malick dindar ve humanist bir bakış açısından anlatıyor öyküsünü.

Kuşkusuz, ikisi de saygın çabalar, sinemanın zenginliğini vurgulayan… Ama, gerek “Saklı Bir Yaşam”ın, gerekse Loach’un “Üzgünüz Size Ulaşamdık” filminin söylemleri çok farklı değil. Acımasız sisteme (ister bir dikatörlük olsun, isterse kapitalizmin ‘özgür teşebbüs’ ruhu) boyun eğmktense, başkaldırmak yeğdir diyen. Bedeli ne olursa olsun…