Bin dokuz yüz yetmiş yedide, bu ülke kurulduktan elli dört sene sonra, Cumhuriyet İlkokulu’nun ne doğalgazı, ne kömür kokan borularıyla kaloriferi vardı, mavi badanalı duvarların içinde, buzlu köy yolundan çıkagelen çocukların hepsini ısıtan kestane renginde dev bir kuzineydi, biz küçüktük, kuzine ev gibiydi, her gün başka bir velet bu kuzinenin nöbetçisiydi, odunları kuzinenin yanına toplamak, ateşi canlı ama ılıkta tutmak, iki teneffüs arasında külleri hademeyle birlikte çabucak boşaltmak, bu küçük nöbetçinin işiydi. Sınıfın arka sıralarına onlar toplaşmıştı. Yırtık-pırtık giysileri, kara lastikleri, el örmesi yoksul kazakları, gıncikli saçlarıyla köyden gelenlerdiler. Türkçe okuma yazmayı bırak, konuşmayı bile bilmez, heya, nê, ez, tu, a, gibi sesler çıkarırlar, ders arası birbirleriyle, sanki hiç konuşmamışlar gibi, teneffüs ziline yetiştirmek için, hızlı hızlı Zazaca konuşur, derste kendilerini hiç göstermez, suspus olup masanın altına siner, bir de takım elbise-kıravat içeri dalan malimden ödleri patlardı. Korktukları, gözlerine bakamadıkları malim ise, onları sevgiyle kucaklar, öper, bazen evden çorap getirerek çorapsıza giydirir, defterlerine kendi elleriyle düzgün harfler yazardı. O sinik, korkak, dilsiz köy çocuklarının yalnızca harf öğreteni değil, sanki anası, babası, kardeşiydi, o yerli adsız malim. Çocukların o ilk korkusu, güm güm kalp atışları, bir hafta bile sürmezdi.

Malim taşra şehrinin aydınıydı, meslekler içinde en saygını, her şehirde büyük prestijleri, özel evleri, sendikaları vardı, hep ilerici, grevleri hep en etkiliydi. Sendikalar içinde en örgütlüsü, en güçlüsü. Tös’ten Töb-Der’e, Eğit-İş’ten Eğit-Sen’e, en öndeydiler. Taşra dendi mi akla onlar, öğrenciler, başarılar, gurur, umut gelirdi. Ama artık öyle değil, bu kadim meslek, tıpkı askerlik, doktorluk, bilim insanlığı, avukatlık, mühendislik gibi bir köşede bıçaklandı, uzun zamandır bu ülkede geçerli tek meslek imamlık çünkü.

Malim öğretmenin bizim ellerdeki adıdır. Ortaokul başladığında, Eylüllü yıllarda, ben öğretmen diye onu gördüm, Kamer Mazaca’ydı adı, bıyıklı, sevimli, kısa boylu bir yerel adamdı. Almanca öğretmeniydi, köyden gelen çocuklara Almanca-Zazaca çeviri yapardı, davara giden çocukların hayvanlarla konuşurken çıkardığı tayt tayt, phiiişşşşt phiiişşşt, huhhaaa gibi Zazaca seslerin kara tahtaya nasıl yazılacağını sorar, bu sözcükleri o zaman yazabilenlere artı puan vereceğini söylerdi. Geçen yaz gördüm, biraz yaşlanmış, dili hiç bozulmamış, gözleri ortaokulda bizle konuşurken parladığı gibi parlıyor yine, okul anılarımızı bir çırpıda yad ettik, tayt taytı da, çoktan emekli olmuş. Eğer çalışsaydı, anlatmaya devam etseydi üç dilde birden derslerle dolu hayatı ve tabiatı, muhtemelen o da atılmıştı geçen hafta, o eski büyük mesleğinden.

Oli, bin beş yüz sene evveli, bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum, demiş onlar için. Onlar hangi dilde öğretseler, hep öğrettiler. İyiyi ve kötüyü, ateşi ve suyu, doğumu ve ölümü, bilimi ve sanatı, dünü ve bugünü öğreten yalnızca onlardır. Anne kucağından, onların kucağına atılmıştır her yavru. Oli’nin uğruna köle olmayı kabul ettiği öğretmenler, atıldılar okullarından, bin beş yüz sene sonra, bir geceyarısı, Anayasa, sendika, ILO filan da varken atıldılar işten, bir sabah kalktılar ki, ne okul, ne de öğrenci var. On bir binden fazla öğreten insan, çocuklar ve eşlerle yüzbinler, atıldılar, kömür kokan sınıflardan, TOKİ yapımı binalardan, insanlıkdışı düşük bir ücret karşılığı hayatı öğrettikleri mektevlerinden zorla çıkarıldılar bir sabahüstü. Uykusuz sınavlardan, başarılı öğrencilerden, Teog birinciliklerinden geriye tek işsizlik kaldı. Üstelik PKK’lı yaftası da boyunlarında asılı. Saray’ın üç bin korumalı efendisi, okul bilim ve öğretim yuvası değil, din yuvasıdır, demiş, öğretmenlere falan gerek yok, bizim imam yeter, buyurmuş, tüm hikâye buymuş.

Ağa ağaymış, Munzır çoban. Ağa Hacıbektaş’a gitmiş, Kadıncık ananın ziyareti önünde canı birden memleket helvası çekmiş, Munzır dağın altındaymış, yanında keçiler, kuzular, galar, manga borelerle, ağasının arzusu malum olmuş, varmış hatunun yanına, sertçe, Ağam helva istiyor, demiş. Hatun ana, canı istiyor, ağa mane, demiş, yapıvermış hemen, sıcak sıcak vermiş. Munzır helvayı almış, birkaç dakika sonra Hacıbektaş’taymış, helvayı vermiş, keçilerinin yanına dönüşü bir anmış. Sayılı gün geçmiş, ağa dönmüş Bektaş’tan, köylüler elde hediyeler, ağanın yoluna dizilmiş, ağa gelmiş, parmağını ona doğru uzatmış, eli öpülecek adam Munzır’dır, deyivermiş. Köylüler Munzır’a, Munzır bugünkü Munzur ırmağının doğduğu yere doğru kaçmaya başlamış. Munzır’ın elindeki stiller, içindeki sıtler dökülmüş, dökülmüş, dökülmüş. Sıt düştüğü her toprak parçasının içinden süt gibi su fışkırmış, ünlü ırmak işte böylecen doğuvermiş. O gün bugündür, o kadim yerin, o eski köyün adı Gözelermiş. Bin yıl geçmiş, insanlar ağayı değil çobanı, zengini değil hep fakiri yad etmiş. Bu bilge köyün, Gözeler’in okulunun tüm öğretmenleri de geçen hafta işten atılmış. Saray’ın efendisi her yıl sınavlarda en başarılı olan bu eski coğrafyanın geleneği bozulsun, bilgelik, tarih ve insanlık dersi ölsün, demiş. Oysa bilmez ki cahil, Munzır akar, hiç durmaz, binlerce yıldır.