Sosyalizmin abecesidir, “işçilerin vatanı yoktur” deriz hep. Bu sözün ne anlama geldiği ise Nazım’ın “fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/ vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan…” dizelerinde saklıdır. Evet, vatan bunlarsa, vatanseverlik sömürü düzeninin adına devam ettirilen bir demagojiyse, işçilerin vatanı yoktur. Öte yandan bu söz ne yazık ki “olan”ı değil, […]

Sosyalizmin abecesidir, “işçilerin vatanı yoktur” deriz hep. Bu sözün ne anlama geldiği ise Nazım’ın “fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/ vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan…” dizelerinde saklıdır. Evet, vatan bunlarsa, vatanseverlik sömürü düzeninin adına devam ettirilen bir demagojiyse, işçilerin vatanı yoktur.

Öte yandan bu söz ne yazık ki “olan”ı değil, “olması gereken”i anlatır. Çünkü egemen sınıflar kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunmada çoğu zaman başarılı olurlar. Ellerindeki ideolojik aygıtları, gazeteleri, televizyonu, dini, milliyetçiliği kullanarak halkı peşlerine takarlar, “vatan millet Sakarya” edebiyatı çoğu zaman işe yarar, milyonlar açlık sınırının altında yaşarken birileri de onlar sayesinde saltanat sürer.

Ne zaman bir kriz yaşansa ve bu krizin yükü halkın sırtına yıkılacak olsa, hemen “hepimiz aynı gemideyiz” demeye başlayan sermaye ise aslında gemiyi ilk terk etmeye hazır olandır, filikalar çoktan ayarlanmıştır ve gidilecektir. Hisseler el değiştirir, paralar transfer edilir, vatandaşlık başvuruları yapılır. Tehlike anında kaçmak için her şey hazırdır.

Türkiye sermaye sınıfının güzide temsilcilerinin yüz binlerce Euro verip Malta vatandaşlığı almaları bu nedenle şaşırtıcı değildir, Türkiye ekonomisi giderek derinleşen büyük bir krizin içerisindedir ve Türkiye sermaye sınıfı kendi elleriyle yaratıp büyüttüğü iktidara güvenmemekte, “mülkiyet özgürlüğü”nün tehdit altında olduğunu düşünmekte ve mallarına mülklerine çöküleceğine dair bir endişe taşımaktadır.

Kriz derinleştikçe ve yoksulluk arttıkça kitleler kendilerine bir günah keçisi ararlar ve maalesef öfkelerini kendilerinden çalanlara değil de kendileri gibi olanlara yöneltirler. Malta’ya gidenlere değil de Suriye’den gelenlere öfke tam olarak bununla ilgilidir.

Öfkenin Suriyeli göçmenleri üç kuruşa, sigortasız, güvencesiz çalıştıranlara değil de, “ucuza çalışıyorlar, ekmeğimizi elimizden alıyorlar” diye göçmenlere yönelmesinin gerisinde bu vardır.

Günah keçisi bulmak her zaman daha kolaydır, çünkü aksi daha yüksek bir bilinç gerektirir ve bu daha az risklidir, çünkü öfkeyi patrona, iktidara, düzene yöneltmenin maliyetleri vardır, işten çıkarılırsın, gözaltına alınırsın, hatta belki tutuklanırsın.

Oysa “günah”ı “günah keçileri” işlemez ve “günahı” onların boynuna bindirmek kurtuluş değildir, toplumların böyle kurtulduğu görülmemiştir.

Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumun sorumlusu Suriye’den Türkiye’ye göç etmeye mecbur kalan insanlar değildir. Ekonomiyi betona Suriyeliler mahkûm etmedi, dünyanın en pahalı benzinini kullanıyor olmamızın Suriyelilerle bir alakası yok, üstünden geçmediğimiz köprülere on yıllar boyunca para ödeyecek olmamızın gerisinde Suriyeliler bulunmuyor.

Eğer öfkeleneceksiniz bu insanları çaresizliklerini bilerek izbe tekstil atölyelerinde asgari ücretin bile altında ve sigortasız bir şekilde çalıştıran, tazminatsız kovan, iliğine kadar sömüren ve aslında aynısını size de yapanlara öfkelenin. “Suriyelilerin ekonomiye katkısı” dedikleri şeyin sömürünün derinleştirilmesi, vahşi bir emek rejiminin inşası olduğunu görün.

Kaderimiz bir gece ansızın Malta’ya kaçacak olanlarla değil, merdiven altı atölyelerde üç kuruşa çalıştırılan, ezilen, horlanan o insanlarla ortak çünkü. Kendimize ait bir vatan bu ülkeden çaldıklarını alıp götürmeye hazırlananlarla değil, nereli olduğuna bakılmaksızın sömürülenlerle birlikte kurulacak.