“Manzaranın tadını çıkarın”

SEMİHA DURAK

Bugün Mary’nin son arzusunu gerçekleştirmek adına, mahallemdeki parkta bulunan ahşap banklardan birine oturdum. Londra’ya yüksekten bakan ve tüm şehre hâkim bir manzaraya sahip olan park, yokuş yukarısında, üst tabakanın yaşadığı, eskiden daha sol eğilimli olan Highgate’de bulunuyor. Bense mahalleyi iki sınıfa ayıran bu uzun ve zorlu yokuşun aşağısında yaşıyorum.

Mary’yi tanımıyorum. Bankın üzerine monte edilmiş bir metal plakanın üzerinde yazıyor ismi, hiç tanımadığım komşumun. Aslında onun komşum olduğunu söylemek pek doğru olmayabilir. Ayrı zamanların, farklı sınıfların insanlarıyız neticede. Ama yine de böyle anmak istiyorum onu. Mary’nin doğum ve ölüm tarihi, mezar taşlarındaki gibi adının altına işlenmiş. Ama öyle mezar taşı solukluğu ya da soğukluğu yok. Bilakis Mary’nin yokluğundaki hüznü saklamak, tanıdık tanımadık herkesi sarmalamak istiyor gibi bank. Ben Londra’ya taşınmadan çok önce göçüp gitmiş bu dünyadan Mary. Yaşadığı zamanlarda bu parkta keyifli vakit geçirip manzaranın tadını çıkarırmış. Banktaki metal plakada yazan kısa notta hiç tanımadığı yabancılara da öyle yapmalarını söylüyor, “Manzaranın tadını çıkarın” diyor.

Ben de onun istediği gibi banka oturup önce masmavi ardından yemyeşil biraz daha uzaktaysa cam şeffaflığında, metal soğukluğundaki Londra’ya doğru bakıyorum. Olmuyor. Ana odaklanamıyorum. Az önce buraya gelirken gördüğüm ‘manzara’ aklımdan çıkmıyor bir türlü. Yokuşun aşağısındaki sokaklardan birinde, yine tanımadığım bir komşum bahçe duvarı üzerine bir kutuyu yan yatırıp koymuş, kutunun kapaklarını da sanki pencere kepenkleri gibi dışarı doğru açmıştı. Dünyaya açılan bir pencere gibiydi kutu. Üzerindeki yazılar dikkatimi çekince yaklaştım. Bu aralar sıkça duyduğumuz “Siyah hayatlar önemlidir” başlığı altında oturmuş bir güzel derdini anlatmış komşum: “Bu kutuyu bir mahalle kitaplığı gibi düşünün. Hepimiz siyahların tarihiyle, yaşadıklarıyla ilgili birer kitap koyalım, paylaşalım ve eğitelim birbirimizi. Çünkü o kadar az şey biliyoruz ki bu konuda. İşte bu yüzden kaçırıyoruz bütün bağlantıları bugüne dair. Zaten yönetenlerin, tarihi eksik ya da yanlış yazanların yapmak istedikleri tam da bu. Bu yüzden sansürleyip unutturmak istiyorlar bize geçmişi.”

Ne güzel komşularım varmış diye sevinip heyecanlanırken bir yandan da fotoğrafını çekmeye hazırlanıyorum bu kutu-kütüphanenin. Kutu rüzgâra kapılıp da uçmasın diye, ağırlık niyetine içine kırmızı bir tuğla yerleştirdiğini fark ediyorum o an. Tuğla da görünsün kadrajımda diye düşünerek parmak uçlarımda yükselip kutunun içine doğru yaklaştığımda görüyorum tuğlanın tam yanına bırakılmış köpek kakasını. Yüzümdeki gülüş siliniyor birden.

Dünyaya açılan pencereden, mahallede kurulacak bu tatlı birliktelikten, umutlu birlikten belli ki rahatsız olmuş birileri yine. Yıkmaya cesareti yok, gücü yetmemiş ama yine de kirletmek istemiş. Mesajını bırakmış ‘dünyadaki kötüler’ duruşuyla.

Mary’nin doğduğu yıla takılıyor gözlerim. 1948 yazıyor banktaki metal plakada. Karayipler’de bindikleri geminin adıyla anılan, “Windrush Nesli” denilen siyahların Britanya’ya gelmeye başladığı yıl bu. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan işgücü sorununa çözüm olsun diye getirilmişlerdi buraya; atalarının kanıyla ve teriyle inşa edilmiş olan bu sömürgeci topraklara. Irkçılar o yıllarda da yine sahnedeydi. “İşimizi ve kadınlarımızı alacaklar” korkusuyla “istenmeyen ötekiler” ilan edip dışlıyorlardı yeni bir hayat kurmaya çabalayan siyahları. Her göçmen gibi var gücüyle ve çok da dikkat çekmeden çalışırken, bir yandan da görünmez olmamanın mücadelesini veriyorlardı. Bu varoluş savaşında, yanlarında getirdikleri Kalipso müziği duyuluyordu fonda. Zamanla, yaşadıkları sokaklardan başka sokaklara da taşıyordu bu coşkulu ve sıcacık müzik. Savaşta yaralanmış bir ülkenin yeniden kurulmasına el vermişlerdi. Giysilerindeki rengarenk dokuları, yemeklerindeki kokuları da katmışlardı yıkıntıların içinden yeniden dirilmekte olan bu ülkeye. Ama bu, ilk ayağa kaldırışları, var edişleri değildi Büyük Britanya’yı. Windrush Nesli ile başlamıyordu buradaki varoluşları.

Aslında Roma döneminde de Britanya’da var oldukları, sömürgecilik dönemine dek zengin de aristokrat da olabildikleri çok bilinmiyordu. Hatta kraliyet tarihindeki iki siyah kraliçeden pek kimsenin haberi yoktu. Birkaç yıl önce yapılan DNA analizleri, 10 bin yıl önce burada yaşamış ilk Britanyalı olan Cheddar’ın siyah tenli, mavi gözlü ve kıvırcık saçlı bir adam olduğunu gösteriyordu. Ama yine bunu da çok az kişi biliyordu.

George Floyd’un öldürülmesinin ardından yeni bir ivme kazanan “Siyah Hayatlar Önemlidir” hareketi, dikkatleri Britanya’nın kendi kötücül, ırkçı, sömürgeci geçmişine çekmeye başladı yeniden. Ders kitaplarında sansürlenen bu karanlık geçmiş sorgulanmaya başlandı aniden. Soruların cevapları bütün bu kötülüklerin başladığı yerde gizliydi çünkü. Marx’ın sözleriyle “her gözeneğinden kan damlayarak” kurulan Britanya kapitalizminin kökenine bakmak gerekiyordu her şeyi anlamak ve de anlamlandırmak için.

Portekiz’in başlattığı transatlantik köle ticaretinin asıl mimarı, kilit oyuncusu, aslında Britanya’ydı. Köle ticareti onu, dünyadaki en önemli kapitalist güç haline dönüştürmüştü. Bu sayede zengin olan İngiliz şirketler sanayi devriminin gerçekleşmesinde rol oynayan, buradan yükselen ve şu anda da dünyayı yöneten kapitalist sınıfın kurucu üyesiydiler.

***

Komşumun mütevazı kutu-kütüphane girişimiyle tüm mahalleye anlatmak istediği de buydu. Şehirde aniden başlayan ve sonra durulan hareketlilikle belli ki o da coşkuya kapılmış ve dışarıya adımını atmıştı umutlanarak.

ABD’de nefesi kesilen bir çığlık, Britanya’da da yankısını bulmuştu. Her yerde gösteriler oluyordu. Adını daha önce duymadığım Edward Colston’un heykeli devrilmişti bir liman kenti olan Bristol şehrinde. “İyiliksever ve köle taciri” diye tanımlıyordu Edward’ı resmi kaynaklar. Yolun sağında ya da ortasında durup farkında bile olmadan sağa doğru bakanlar, o bir iyilikseverdi diyerek lanetliyorlardı heykel yıkanları. “İyiliksever ve köle taciri” kelimeleri nasıl olur da aynı cümle içinde kullanılabilir, sormuyorlardı kendilerine.

Bristol Limanı’nda denizin dibini bulan heykel bir başlangıç olmuştu. New York el sallamıştı Bristol’e. Ardından Belçika ses vermişti. Onlar da devirmişti haksız yere yüzyıllardır değer gören sembolleri. Yetkililer Edward’ın heykelini olaydan birkaç gün sonra denizden çıkardılar. Bütün dünya heykel yıkmanın doğruluğunu ve yanlışlığını tartışırken, vaktiyle Edward’ın heykelini taşıyan kaidenin üzerinde bu kez, yumruğu havada siyah bir kadının heykeli yükseliyordu. Jen Reid adlı aktivistti yumruğu havadaki kişi. Aynı gün kaldırdı heykeli yetkililer. Taşları heykelden olan bir satranç oyunuydu sanki tüm dünyanın oynadığı.

Heykeller dikiliyor, heykeller devriliyor… Küçük anlar yaşıyor dünya uzunca bir süredir. Büyük dönüşümler getiren hareketlere devşiremeden kendini, önü kesiliyor hemen bu küçük mutlulukların, coşkuların. Sessizleşiyor ürkünce, köşesine çekiliyor başka bir dünya özlemi duyanlar. Sonra yeni bir ışık, yeni bir hareket görünce “Bu sefer oluyor galiba” diyor biri uzaktan seyrederken. Bir ucundan yakalıyor öbürü. Bir heyecan, umut, sevinç, kan, kayıp, gözyaşı, öfke, direniş. Ardından yine durgunluk... Öyle bir döngü işte bu tanıklık ettiğimiz.

Dünya hızla değişir ve çok da iyiye doğru gitmez gibiyken, biz de değişiyoruz farkına varmadan. Mesela yumruklarımızı dövüşmek değil de kucaklaşmak için değdiriyoruz son zamanlarda birbirine. Bolca dirsek temasındayız bu aralar. Görünmeyen virüsleri kovuşturmak olsa da nedeni, belki sembolik bir anlamı da vardır ya da olmalıdır bir anda farklılaşan kucaklaşma biçimlerinin.

Kimi kaleminin, kimi bileğinin, kimi formüllerin ya da sonsuz sayıların gücüyle bir araya gelip kucaklaştığında, bütün baharatların tam kıvamında birleşip piştiği eşsiz bir yemek tadında olabilir dünya. Bir süreliğine bile olsa kendi kendimizle didişmeyi başarabilirsek eğer günün birinde. Başka bir dünyanın özleminde değil miyiz hepimiz neticede? Özünde kimyalarımız tutuyor, aynı hayallerle aynı frekanstayız hep birlikte.

Eski zaman şairlerinin yazdığı şiirler tadında bir dünya neden olmasın? Naifliğin ve dürüstlüğün alay konusu olmadığı, aşkın ve dayanışmanın gerçek anlamını ve değerini bulduğu bir dünya? Umudum var her şeye rağmen, hâlâ ve yine de... İmkânsızın peşindeyim belki de…

Tüm bunları düşünerek çalıyorum hiç tanımadığım komşumun kapısını. Yalnız olmadığını anlasın diye yapıyorum bunu. Bir de aklıma biraz komik bir bağlantı geldi. Aslında binlerce yıldır And dağlarında insanların çanak çömleklerini kilin içine bir parça da tezek katarak ürettiğini ve Anadolu köylerinde binlerce yıldır evlerin tezekle kurulduğunu, bu organik malzemenin kapları da, damları da güç katıp sağlamlaştırdığını anlatsam diyorum ona. Kötülük ters köşe edilmiş olur mu bu biraz etnografik, biraz arkeolojik, biraz da sosyolojik bir bilgiyle? Şah ve mat demiş olur muyuz o ırkçıya kendi silahıyla belki de?

Kim bilir her şey yolunda gider de yokuşun yukarısında o parktaki bankta beraber otururuz komşumla günün birinde. Mary’nin dileğini gerçekleştirip çıkarırken manzaranın tadını, kendi dileğimizi yazarız karşımızda salınan mavi-beyaz bulutlara: “Bu sefer olsun! Bütün kötülükler ve karanlıklar başladıkları yerde son bulsun.”