Gece treni önümüzde uzanan raflardan değil de ciğerlerimizin ortasından geçer gibi ses yaptı. Yılan gibi, şehrin şıklarının arasından kayıp gidene kadar sessizce raylara baktık. “Var tabii,” dedi Metin, “dert olmaz mı?”

Manzaraya karşı ölüyorduk

SİNEM SAL
@sinemsal

Tren raylarının hemen arkasındaki tepede oturmuş içiyorduk. Ben, Metin ve Halil. Dünya bizim için bir azap yeriydi. Halil’in taksisinden İbrahim Tatlıses bağırıyordu: “Şu koskoca dünya alem, içindeki neşe elem/ Yazımızı yazan kalem anladım ki hepsi yalan…” Üçümüz de sigaralarımızı yaktık, bir çakmakla. Aralık ayıydı.

Bizim gibilerin hayatında önemli mevzular döner. Ama bunların üstüne konuşmazlar. Çayın karbonatı, koşan atların yorgunluğu, tuttuğumuz takımın yediği goller hakkında saatlerce sohbet etmeyi tercih ederiz.

Metin, üstündeki yeşil montun içinde tuttuğu i şişeyi havaya kaldırdı. Bir gün dedi, bu trene binip gideceğim. Metin, az konuşurdu. Taksisini hayattaki her şeyden daha çok severdi. Arabayı fırının önüne çeker, yarım saat boyunca fırının üstündeki evinden sarkıttığı hortumla arabayı yıkardı. Ayağa kalktığı anda, yüzüme vuran ışıkların yarısını kesti. Pantolonun arkası toprak, toz olmuştu. Işıkları ve trenleri izlediğimiz eğimli araziden bir iki adım aşağı inip yeniden oturdu.

Havalar yeni yeni soğumaya başlamıştı. İnsanlar, balkonlardan odalarına çekilmişti. Apartman önünde oturan kadınlar, mutfakta buharlaşıyordu. Şansa, hava güzel olursa, akşamları pencerelerindeki yerlerini alıyorlar ve gelip geçen insanları seyrediyorlardı. Geceleri muhakkak bir kavga oluyordu sokakta. Yumruklar havada havai fişek gibi saçılıyordu. Çocuklar perde arkasından izliyordu kavgayı. Kadınlar ışıkları kapatıyordu. Evde yoklarmış gibi davranıyorlardı. Bunu öğrenmişlerdi.

Metin, Halil ve bana doğru döndü. Elindeki şişeyle Halil’i gösterip “Ulan,” dedi “senin gibi olmak vardı. Dilimiz var da ne bokuma yarıyor? İstediğimizi konuşabiliyoruz sanki… Halil güldü. Beş sene önce, yirmi sekiz senedir koynundan ayrılmadan yaşadığı anası ölünce, susmuştu. Kelimeyi çok görmüştü bu dünyaya. İyi de etmişti. Neden bilmem, Halil susunca, önceden sanki hiç konuşmamış gibi hissettik onu. Unutuverdik.

“Ne derdin var senin?” dedim Metin’e. Gözleri ceviz kabuğu gibi şişti. Birinin ona halini sormasını bekliyordu belli ki, hatırı kalmasın diye. Gece treni önümüzde uzanan raflardan değil de ciğerlerimizin ortasından geçer gibi ses yaptı. Yılan gibi, şehrin şıklarının arasından kayıp gidene kadar sessizce raylara baktık. “Var tabii,” dedi Metin, “dert olmaz mı?”

Halil, elindeki şişenin etiketini sökmekle meşguldü. Ama bizi dinliyordu. Şüphesiz.”N’oldu?” diye sordum. Belki beş yıldır ilk kez bir derdi olduğunu söylemişti Metin. Yeniden bir sigara yaktı. “Alıyorlar elimden,” dedi. Bekledik. Hikâyeler, kendilerince, kendi istediklerinde anlatılmalıydı. Zorlanmamalıydı. Rüzgara rağmen birbirimizin iç çekişlerini duyuyorduk. “Taksiyi alacaklar elimden,” dedi. Hepimiz bu cümlenin ağırlığını hissedebilirdik. Metin, arabasını çok severdi. Evi kiraydı. Sahip olduğu tek şey de taksisiydi. Hiç evlenmemiş, bir kere bile baba olmamıştı. Masrafı azdı. Birkaç sene önce de annesi ölmüştü. Bir rahat nefes almıştı tam. Derken geçen sene bir hastalandı Metin. Ameliyat oldu. Kolonya alıp ziyaretine gittik.

Hastane parasını, taksi durağının sahibi olan Burhan Abi ödemişti. Geriye ödeyememiş Metin. Hiç sormadık. Burhan Abi başkasını çalıştıracakmış. Metin’in içine batan kıymık acısını ben de kalbimde duyuyordum. Susup yeniden mahallenin ışıklarını izlemeye koyulmuştuk ki Ali geldi. Ali, mahalleden aşağı indiğinizde göreceğiniz matbaada çalışıyordu. Okuma yazma bilirdi. Hatta okuma yazmayı severdi. Âlim derdik ona. Geniş gözlükleri ve üstünden sadece yaz mevsiminde çıkardığı kahverengi kadife bir ceketi vardı. Hiç üşümezdi çünkü kafasının içinde çok koşardı.

“Hoş geldin Âlim,” dedik. Güldü. Koltuğunun altında yine iki üç tane kitap vardı. Cuma geceleri içtiğimiz bu tepeye bizle gelir, koltuk altına sıkıştırdığı kitaplardan birini okumaya başlardı. Sonra konuşmaya başlardık. “Bugün ne getirdin bakalım?” dedim. Cuma geceleri bana dokunan tek şey, Âlim’in okuduğu kitaplar olurdu. Yüzü güldü. Geniş ağzı ince gözlerinin altına kadar çekildi. Getirdiği içki şişesinin kapağını çakmağıyla açtıktan sonra koltuk altında tuttuğu ince ve uzun kitabı çıkardı.

“Bugün dükkanda buldum bu kitabı. Masal kitabı aslında ama sayfaları silik çıkmış diye depoya atmışlar. Okuyayım mı?”

Üçümüz de köklerini yere salan ağaç gibi yerleştik olduğumuz yere. Âlim okumaya başladı. “Can, günlerce Umut’un evindeki kuş için ağlamıştı. Nihayet Umut’un hastalandığı gün, mavi muhabbet kuşu Can’ın evine getirilmişti. Evin içinde neşeli sesler çınlıyordu. Günlerce böyle sürdü. Can, geçen birkaç gün içinde, mavi muhabbet kuşuna olan ilgisini kaybetmişti. Televizyonun başından bir saniye bile ayrılmıyordu.” Üç koca adam, Alim’in ağzının içine bakıyorduk. Umut’un başına gelenler bizim de başımıza gelmişti sanki. Alim devam etti.

“Neden sonra evin içindeki sessizliği fark ettiklerinde, Umut kapıya gelmişti. İyileşmişti. Mavi muhabbet kuşunu Can’ın evinden almaya gelmişti. Can, odasına girdiğinde kafesinde yatan mavi muhabbet kuşunu gördü. Sevgi, yaşatılmadığında, yaşatmıyordu da.”

Alim, okumayı bıraktı. İçkisinden içti. Metin, sigarasından derin bir nefes aldı. Taksimi alacaklar benden dedi. Kaset başa sarmıştı. “Yazımızı yazan kalem, anladım ki hepsi yalan…” Hayatı kim çizdiyse, bir yanlışı vardı. Sevdiğimiz şeylerin, sevilmeyen kimselerin eline geçmesi bizim kaderimiz miydi, sevdiklerimizin mi, zalimlerin mi? Bilseydik…